Translate

16 Kasım 2025 Pazar

SINIRSIZ UÇUŞ BİLETİ...

DÜNYANIN EN UYANIK YOLCUSU

 Steve Rothstein ile tanışalım bu Arkadaş... kendisine verilen sınırsız uçak bileti ile ABD hava yollarını adeta çıldırttı. 

  Yıl 1987, 250.000 Amerikan doları değerinde sınırsız uçuş hakkı sağlayan Gold First Clas Life Flight bileti satın alır bunun yanında 150.000 Amerikan doları değerinde refakatçi bileti de alır. Steve, 10.000'den fazla uçuş yapmış ve bu uçuşlar, ABD hava yollarına 20 yılda 21 milyon dolardan fazla bir miktara mal olmuştur. Bu duruma dur demek için 2008 yılında hava yolu şirketi bileti iptal etmek zorunda kalır. Steve bu süreçte İngiltere'ye 500, Tokyo'ya 120, Avustralya'ya ise 70 kez gitmiştir. Adam kafasına göre bazen bir restoranda yemek yemek için gider bazen maç için gider bazende bir kaç saatliğine gidip gelmiştir. En güzeli ise yardıma muhtaç olanlara yardım edermiş bunu ise; refakatçi biletini kullanarak onları istedikleri yerlere götürerek yapıyormuş. Canı sıkılınca yanında ki koltuk için olmayan kişi adına rezervasyon yaptırırmış bazende rezervasyon yaptırıp hiç gitmezmiş. En sonunda bu durum hava yolu şirketinin canına tak eder ve sınırsız biletini iptal eder. Steve, çıldırır, depresyona girer ve günlerce yataktan çıkmaz. Adamın elinden en sevdiği hobisi alınmış sevinecek hali yok ya susmaya da hiç niyeti yok. Hava yolu şirketine tazminat davası açar gerekçe ise, verdiği sözü ve güvenirliği ihlal ettiği için. Davayı kazanan Steve, hava yolu şirketinden 3 Milyon dolar tazminat alır ayrıca sınırsız uçuş bileti tekrar aktif hale getirilir Steve tekrar uçmaya başlar. İşte Dünyanın En Uyanık Yolcusu; Steve Rothstein kısa ve net hikayesi bu.. ALINTIDIR

15 Kasım 2025 Cumartesi

Antalya

Mussolini Türkiye'den Antalya'yı talep ediyordu.

Rodos'a 40 bin asker yığmıştı. İtalyan Sefiri Povli Atatürk ile görüşmek için Çankaya'ya geldi...

Povli kendini beğenmiş ve küstahça tavırlar ile bir şey ima etmeye çalışıyordu.

Konu oraya geldi. Atatürk bu laf üzerine sakince ayağa kalkarak: 

''Bana 10 dakika müsade etmenizi rica ederim.'' diyerek yan odaya geçti.

10 dakika sonra BÜYÜK ÖNDER tepeden tırnağa mareşal üniformasını ve çizmelerini giymiş olarak elçinin yanına döndü ve:

''Buyrun, şimdi sizi dinliyorum.'' dedi.

İtalyan büyük elçisi afallamış gözlerle sadece Atatürk'e bakıyordu.

Atatürk, Sefir'e:

''Söyle o koca herife o 40 bin askerle Antalya'yı alamaz ama ben 4 bin asker ile Roma'ya girerim...'' diye cevap verdi.

Kaynak: Resimli Tarih Mecmuası (1954, sayı 16 civarı)

*Memet Hoca 'ya teşekkürler.

11 Kasım 2025 Salı

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.Atatürk'ün tabutu açıldı! Görenler inanamadı...(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçiler kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”Halide İntepe ise şunları söylüyor:-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31(Alıntı)

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Atatürk'ün tabutu açıldı! 
Görenler inanamadı...

(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)

Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)

Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. 

Aygün,

-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. 
Bunun için bir komite kurduk. 
Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. 
Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”

Prof. Mutlu önce reddetti. 
Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. 
Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:

-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. 
Bu tarihi bir görev.”

Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. 
Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. 
Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. 
Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...

Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. 
Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. 
Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti.
 Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. 
Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.

Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. 
Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. 
Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.

Ve tabutun vidaları söküldü. 
Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. 
Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı.
 Gaz ya da koku çıkmadı.

Sanduka talaş doluydu. 
Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! 
Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. 
Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. 
Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. 
Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. 
Soluklar tutulmuştu... 
Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.

Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçiler kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. 
Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. 
Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.

Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:

“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. 
Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. 
Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”

Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. 
Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. 
En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.

O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:

-“Menderes çok heyecanlandı. 
Rengi sapsarı oldu. 
Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. 
Atatürk’ün yüzüne bakmadı. 
Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”

En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. 
O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.

Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:

-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. 
Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”

Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı.
 Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.

-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. 
Bize kızar, darılır” dedi. 
Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. 
Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. 
Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. 
Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.

Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. 
Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.

Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. 
Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. 
Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. 
Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!

Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı.
 Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. 
Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:

-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... 
Korkunç heyecanlıydım. 
Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. 
Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... 
Bir, iki günlük sakalı vardı. 
Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”

Halide İntepe ise şunları söylüyor:

-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım.
 Başı yana doğru eğikti. 
Yüzü hiç bozulmamıştı. 
Azıcık sakalları çıkmıştı. 
Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... 
Ama bir ölü yüzü yoktu. 
Uyuyor gibiydi...

Kaynak: Semra Atay, 
Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31
(Alıntı)

4 Kasım 2025 Salı

AYŞE TATİLE ÇIKSIN....

20 Temmuz 1974 günü başlayan Kıbrıs Barış Harekatı üçüncü gününde ilan edilen ateşkesle durdurulmuştu. Türkiye planladığının fazlasını elde etmişti. Harekata katılan komutanlardan Kenan Evren, "ileride müzakere masasında veririz diye fazla toprak aldık" demişti.
O masa hemen kuruldu. Üç garantör devlet, Türkiye, Yunanistan ve Britanya, Cenevre'de görüşmelere başladı. Türkiye anlaşma sağlanamaması halinde harekata devam etme kararındaydı. 

Cenevre Konferansında Türkiye'yi temsil eden Dışişleri bakanı Turan Güneş, yola çıkmadan önce Başbakan Ecevit'e bir parola vermişti: "Ayşe tatile çıksın." Bu söz konferansın sonuçsuz kaldığı anlamına geliyordu. Buradaki "Ayşe" Turan Güneş'in kızı, Prof. Dr. Ayşe Güneş Ayata idi. Cenevre'den gelen mesaj parolayı içeriyordu ve yine üç gün sürecek ikinci harekat başladı..

Bu parola öğrenildikten sonra "Ayşe tatile çıksın" sözü halk dilinde hızla popülerleşti. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" sözünün yerini almıştı. Üçüncü şahısların bilmesi istenmeyen mesajlar bu şekilde veriliyordu. Bazen "filanca yerde buluşalım" veya "sakın şöyle yapma" anlamı taşıyor, bazen çocukların yatma vaktinin geldiğini bildiriyordu. 

1975'te Ecevit ve Güneş, aileleriyle birlikte Kıbrıs'ı ziyaret ettiklerinde, onları karşılayan halk "Ayşe, Ayşe" diye tempo tutmuş, her gören Ayşe'yle fotoğraf çektirmek istemiş, bu kadar ilgiden gerilen genç Ayşe'nin Kıbrıs tatili zehir olmuştu..
(DERYA BENGİ- ERDİR ZAT, "100. Yılında Cumhuriyet'in Popüler Kültür Haritası-2 / 1950-1980", YKY, 2023, sf. 37)

3 Kasım 2025 Pazartesi

ŞAHLAR DA ÖLÜMLÜDÜR...

ŞAH 

Muhammed Rıza Şah Pehlevi İran'ın son hükümdarıydı.

İsviçre'de eğitim gören Şah Rıza Pehlevi, 1941 yılında baba Şah hayattayken tahta çıktı.

Başından üç evlilik geçti.

İlk eşi Fevziye ve ikinci eşi Süreyya hanedanın devamı için erkek çocuk doğuramadığı gerekçesiyle uzaklaştırıldı.

Üçüncü ve son eş Farah Diba ile 1959 yılında evlendi.

Üç kızı ve iki oğlu dünyaya geldi.

İran eski bir medeniyet, verimli toprakları ve zengin petrol yatakları olan bir ülke.

Rıza Şah babasından kalan ülkesini daha zengin ve modern hale getirdi.
Tarımda, sanayide hızlı gelişme sağladı.

"Ak Devrim" adıyla kalkınma programını hayata geçirdi.

Yollar, köprüler, hastaneler, havalimanları ve çeşitli yatırımlar yaptı.

Amerikan dostuydu. Daha sonra Avrupalı liderlerle de iyi ilişkiler kurdu.
İran halkının desteğini almıştı.

1957 yılında ABD'nin desteğiyle İran Gizli Polis Teşkilatı olan SAVAK'ı kurdu.

1961 yılında Millet Meclisi'ni kendine bağladı.

İsrail Devleti kurulunca, Türkiye'den sonra tanıyan iki müslüman ülkeden biri oldu.

Kendisine bağlı özel koruma ordusu kurdu.

Liyakatı değil sadakati ön plana aldı.

Yakın çevresini yandaş yalakalarla doldurdu.

Kendisine muhalefet yapan, eleştiren herkesi düşman gibi görmeye başladı.

Siyasetçi, yazar, gazeteci, akademisyen, aydınlar, sinema sanatçıları ve hatta film senaristlerini bile SAVAK kanalıyla baskı ve zulüm altına almaya başladı.

Haksız tutuklamalar, tehditler, şantajlar, faili meçhul cinayetler hızla artış gösterdi.

Yandaş basın yarattı ve sonunda kendi partisi olan Rastahiz (Diriliş Partisi) dışında bütün siyasi partileri kapattı.

Rıza Şah Pehlevi 1967 yılında kendini krallar kralı (Şehinşah) karısı Farah Diba'yı ise en büyük imparatoriçe (Şahbanu) ilan etti.

Şah, kendisini dünya lideri, İran'ı ise küresel güç olarak görmeye başladı.
Kibir ve gurur içinde, bütün dünya liderlerinin kendisini kıskandığını ve kendisine gizli hayranlık duyduğunu sanıyordu.

Saray'da ihtişam içinde, özel yetiştirilmiş gıdalarla beslenmeye başladı. 

Altın, mücevher ve süs tutkunuydu. 
Gösterişe ve itibara büyük önem veriyordu.

Rıza Şah Pehlevi aslında ülkesini soyuyordu.
Soygunu üç kanaldan yapıyordu.
1) Vakıf 
2) Banka 
3) Özel büro.

Kendisine bağlı çeşitli vakıflar hayır işleri yapıyormuş gibi gösterip milletin kene gibi kanını emiyordu.

İran'daki bütün bankalarda Pehlevi ailesinin parası vardı ama içlerinden bir tanesi özeldi ve bütün yurtdışı para transferlerini o kanaldan gerçekleştiriyordu. 

Ayrıca Merkez Bankası Şah'ın tam kontrolu altındaydı. 
Dövizlerde kur değişikliği, emisyon hacmi ve rezervlerde Şah'ın izni olmadan işlem yapılmıyordu.

Ve üçüncü ayak Özel Muhasebe Bürosu güçlü bir holding gibi çalışıyordu. İhaleler, finansman işlemleri, ekonomik bütün hisse hareketleri buradan yönetiliyordu. Petrol ihracatından önemli pay alıyordu. Dünyada 207 tane çok uluslu şirkette ortaklık vardı. Burası İran iş dünyasının kalbiydi. Ekonominin bütün verileri izleniyordu ve Şah'ın şirketi olarak tanınıyordu.

Gelelim filmin sonuna..

Şah, ailesi ve çok yakınlarından oluşan 20 kişilik bir grup 16 Ocak 1979 günü Tahran Havalimanı'ndan özel uçakla havalandı.

Bir çok ülkeye sığınma başvurusu yapmıştı.

Eğitimini yaptığı ve adeta ikinci vatanı gibi sevdiği İsviçre ret yanıtı veren ilk ülke oldu.

Aşık olduğu ikinci karısı Süreyya'nın yaşadığı ve kendisinin de çok sevdiği ve yaşamak istediği Paris'in Elysee Sarayı'ndan da ret cevabı geldi. Fransa'da Şah'ı istemiyordu. 

Fransa'nın yavrusu minik bir prenslik olan Monaco'dan da ret yanıtı geldi.

Şah'ı ve ailesini kimse istemiyordu. Oysa dünyanın pek çok ülkesinde bankalarda serveti yatıyordu.

Şah'ın en güvendiği ülkelerden Meksika ve Kanada yanıt verme zahmetine bile katlanmazken, İngiltere kısa bir açıklamayla Şah'ı kabul edemeyeceğini açıkladı.

Kendisini küresel lider gibi gören Şah açıkta kalmıştı.

Sonuçta ABD'nin efsane Dışişleri Bakanı Kissinger devreye girdi, Rockefeller ve Başkan Carter'ın aracılığıyla, Bahama Adaları Şah'ı sadece üç aylığına misafir edebileceğini açıkladı.

Şah ve yanındakiler Bahama'ya indi ve zor günleri başladı. 

Ancak üç ay dolmadan Bahama bu ünlü ailenin ülkeden çıkmasını istedi.

Tekrar Kissinger'e ricada bulundular ve geçici süre için Meksika'ya sığındılar.

Bu arada Güney Afrika Cumhuriyeti'ne başvurdular ve ret yanıtı geldi.

Panama ev hapsi koşuluyla Şah ve ailesini kabul etti.

O günlerde imparatoriçe Farah Diba Pehlevi Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın karısı Cihan'a telefon açıp, ağlayarak yalvardı ve acil yardım istedi.

Mısır, Pehlevi ailesini ülkesine davet etti.

Kadın dayanışması ve annelik hissiyatı bir aileyi kurtarmıştı. 

Mısır Devlet Başkanı Sedat, Şah ve ailesine Kahire'de bir saray tahsis etti ve Rıza Şah Pehlevi yaşama gözlerini kapadığı 27 Temmuz 1980 tarihine kadar burada yaşadı.

Pankreas kanserinden ölmüştü ve fırtınalı geçen hayatı 59 yaşında noktalanmıştı.

Şah'ın kişisel ve aile fertleriyle birlikte servetinin ne olduğunu hiç kimse öğrenemedi.
Halen de bilinmiyor. Ortada sadece tahminler var.

Humeyni yönetime geldikten hemen sonra Şah döneminde yurtdışına milyar Dolarlar aktaran 177 kişilik bir liste açıkladı. Bu listede bazı bakanlar, belediye başkanları ve kamu yöneticileri vardı. Bu liste buzdağının sadece görünen yüzüydü!.. 

Bir başka eylem.. Tahran'daki ABD Büyükelçiliği Humeyni döneminde 1979 Kasım ayında basıldı ve 52 Amerikalı rehin alındı. 

İran Hükümeti ABD'den Şah'ın kendisi ile kaçırdığı servetinden 36 milyar Dolar'ın İran'a iadesini istedi ancak ABD kabul etmedi.

Şah'ın ve ailesinin İran dışına ne kadar para kaçırdığı bilinmiyor. Zira farklı ve gizli, sahte isimlerle pek çok ülke ile vergi cenneti olarak adlandırılan bazı adalarda açılan binlerce hesap vardı.

Büyük diktatör Rıza Şah Pehlevi 59 yaşında öldü.

Mahsun prenses Süreyya tek başına yaşadı, 2001'de Paris'teki evinde öldü, mirasçısı olmadığı için tüm serveti devlete kaldı.

Son eş Farah Diba 1980 yılında dul olarak Kahire'den ayrıldı.

Çocuklardan Leyla 31 yaşında kokain ve ilaç komasına girerek öldü. 

Ali Rıza Pehlevi 45 yaşında başına kurşun sıkarak yaşama veda etti.

Pek çok ülkede yüzlerce bankaya transfer edilen paralar devletlerin hazine hesaplarına geçti ve bir masal noktalandı.

Savak yöneticilerinden eski bir polis şefi Pervez Sadeghi "Humeyni rejiminin başarısı kendisinden değil, Pehlevi dönemindeki soygunlar, yolsuzluklar, hukuksuzluklar ve haksızlıklardan kaynaklanıyor.." diyerek aslında geniş fotoğrafa dip notu koyuyordu.

Paranın gücüne inanarak kendisini ilah gibi gören kibirli insanlara Şah Rıza Pehlevi rol model olmalı ve ciddi bir hayat dersi çıkarılmalıdır.
Alıntıdır.

22 Ekim 2025 Çarşamba

İSTANBUL ŞEHRİNİN ORTASI...

İSTANBUL' UN ORTASINI TEMSİL EDEN TAŞ

İstanbul’un kalbi…
Kimi haritalarda çizgilerle, kimi gönüllerde anılarla belirlenir. Fakat Mimar Sinan, bu şehri yalnızca taşla değil, ölçüyle, dengeyle ve ruhla anlamaya çalıştı. Rivayete göre Şehzadebaşı Külliyesi’ni inşa ederken Eyüp’ten Sarayburnu’na kadar uzanan hesaplamalar yaptı; İstanbul’un tam ortasını buldu. Ve o noktaya bir taş dikti…

Bugün o taş, Şehzadebaşı Camii’nin güneydoğu köşesinde, sessizce geçmişi bekler. Üstü asfaltla kapanmış, altı görünmez olmuş ama hikâyesi hâlâ oradadır. Eskiden döndüğü söylenen yeşil somaki mermer sütun, artık dönmese de şehrin kalp atışıyla birlikte yaşar.

Evliya Çelebi de Seyahatnâme’sinde bu yere değinir:

“Bütün mühendisler, üçgen şekilli olan İstanbul’un ortası bu Şehzade Camii yeridir.”

Küfeki taşlarıyla örülü, Marmara mermerinden başlıkla taçlandırılmış bu küçük sütun, aslında bir medeniyetin merkezini temsil eder.
Yüzyıllardır yanlışlıkla porfir ya da granit sanılmış bu taşın asıl adı “Mısır pudingi”dir — Roma döneminde Nil kıyısındaki ocaklardan çıkarılıp İstanbul’a getirilmiştir. Antik çağın deyimiyle “Lapis Hexecontalithos”…
Yani “Altmış taşlı kaya”.

Belki artık dönmez,
belki kimse fark etmeden yanından geçer…
Ama o sütun, İstanbul’un ruhunun merkezine dikilmiş bir işarettir.
Bir mühendislik harikasının, bir şehrin ve bir çağın kalbidir o.

18 Ekim 2025 Cumartesi

TAKSİM ANITI


TAKSİM ANITI
( ile ilgili bilinmeyenler)
Belki bilmezsiniz ama Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün solunda iki Rus yer almaktadır.
Bu kişiler ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Sovyet KGB kurucusu Mihail Frunze.
Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar.
Ne yazık ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.
16 mart 1921 yılında özel törende Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyet’i ile Türkiye arasında “Dostluk ve kardeşlik sözleşmesi” imzalanmıştır. Bu sözleşmeye göre henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyet’ine Türk milletinin yabancı istilacılardan özgürlüğünü kazanabilmesi için 1878 yılından beri Rusya sınırlarına dahil edilen Kars, Ardağan ve Artvin bölgeleri verilmiştir. Sözleşmeye göre Rusya Türk halkına 10 milyon altın ruble ile askeri mühimmat hibe edecekti
Ağustos 1921’de Rusya Mikail Frundze’yi Türkiye’ye elçi olarak atamıştır. Frundze Türkiye’de Aralık 1921 ile Ocak 1922 tarihleri arasında bulunmuştur. Türkiye’nin bulunduğu ağır ekonomik durumunu ve içinden çıkamadığı savaşı Rus halkına ve Sovyet yönetimine ileten Frundze acilen Türkiye halkı için yardımının arttırılmasını istemiştir. Rusya bulunduğu ağır ekonomik durumuna henüz yeni biten iç ve dış düşmanlara karşı verilen savaşa rağmen Frundze’ye kulak vermiş ve yardımını esirgememiştir.
S. Aralov yazdığı hatıra kitabında Türkiye’ye gitmeden önce Lenin’in kendisine söylediği sözleri şöyle vermektedir.Lenin:
“Türk halkı özgürlük savaşını vermektedir. Merkez Komitesi oraya savaş sanatını bildiğiniz için yolluyor”.
Yabancı istilacılara karşı geçilecek taaruz öncesi hazırlık aşamasında 1922 Mart-Nisan aylarında Mustafa Kemal’in davetlisi olarak elçi S. Aralov, askeri ataşe K. Zvonaryov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’un katılımı ile tüm Türk silahlı kuvvetleri denetimden geçmiştir. Misafirler kara ve atlı birlikleri ziyaret etmiş, iki ordunun komuta merkezlerine gitmiş, Konya’da bulunan yedek ordunun denetiminde bulunmuşlardır.
Misafirlerin katılımı ile Türk Silahlı kuvvetlerin ilk yıldönümü kutlaması gerçekleşmiştir. Kutlamalardan sonra misafirler Türk askerlerine hediyeler dağıtmıştır. Hediyelerin üstünde Türkçe olarak “Sovyet Kızıl Ordusundan Türk Askerine” diye bir yazı bulunuyormuş.
16 Mart 1921’de imzalanan sözleşme çerçevesinde taarruz öncesi 1921-1922 yıllarında Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından Türkiye’ye 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 147 bin top mermisi, giysiler vs getirilmiştir. Bunun dışında Rus Beyaz ordusunun 1918’de doğu sınırlarda bıraktığı tüm askeri muhhimat da Türkiye’ye getirilmiştir.
1921 yılında iki savaş gemisi “Jutkiy” (Korkunç) ile “Jivoy” (Canlı) Türkiye’ye hibe edilmiştir.
Rusya Hükümeti Ankara’da hala Makine Kimya olarak bilinen mermi üretim fabrikasının kurulması için tüm gerekli donanımı hibe etmiştir. Donanım ile birlikte çok miktarda hammadde de getirilmiştir ve Türk işçilere eğitim verilmiştir.
Bunun dışında Moskova’da imzalanan sözleşmeye göre Türkiye halkına vaad edilen 200,6 kg saf altın Sovyet diplomatik misyonun başında bulunan Y. Upmal-Angarskiy tarafından Türkiye Hükümetine teslim edilmiştir.
Mikail Frundze yetim kalan Türk çocuklarının barınması için kurulacak olan yetimhaneler için 100 bin altın ruble Türkiye Hükümetine Trabzon’da teslim etmiştir. S. Aralov ise Nisan 1922’de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrıca tipografi ve sinema aparatları için 20 bin lira hibe etmiştir. Aynı zamanda Aralov Rusya Hükümeti tarafından vaad edilen 10 milyon altın ruble yardımının son 3.5 milyonluk kısmını da Türkiye’ye geldiğinde beraberinde getirmiştir.
İki halkın kardeşlik bağları Lozan ön görüşmelerinde ve Lozan antlaşması esnasında daha da pekileşmiştir. SSCB Hükümeti 1922-23 yıllarında Türkiye’nin boğazlar üzerindeki tek başına hakim olması gerektiğinin tezini savunarak Türkiye’ye destek çıkmıştır.
Lozan antlaşmazından sonra Türkiye bağımsızlığını kazanmış tüm yabancı istilacıların Türkiye’den çekilmesi sağlanmıştır. TBMM Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir. 31 Ekim 1923’te SSCB Merkez Komitesinin başkanı M. Kalinin (Dönenmiş SSCB başkanı) Atatürk’e yolladığı teleğramda şunları söyledi:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği halkları adına nihayi olarak despot monarşi rejiminin kalkması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulması dolayısıyla kardeş Türk milletini ve dost Türkiye hükümetini sıcakça selamlıyorum. Sizi, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yi, yabancı istilacılara karşı kahramanca savaşan Türk milletinin üstün yetenekli yönetici olarak Türkiye Cumhuriyet’inin Cumhurbaşkanı seçildiğiniz için tebrik ediyorum. Eminim ki, asla bağı kopmayacak halklarımız arasındaki dostluk zaman içerisinde gittikçe pekişecektir ve iki devletin de gelişmesine vesile olacaktır.”
Ağustos 1928’de açılan Türkiye Cumhuriyet Anıtı gelecek nesiller için Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları yer almıştır. İşte Atatürk’ün sağında yer alan Türk halkının kahramanları, Türkiye Cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan Kliment Voroşilov il Mikail Frundze:
Surits zamanında Voroşilov ziyareti esnasında SSBC ile Türkiye arasında dostluk ve işbirliği sözleşmesi imzalanmıştır. Bir çok kültürel ve siyasi gelişmelerde Türkiye ve SSCB birlikte hareket etmiştir.
Yeni bağımsız devletlerin gelişmesi adına, emperyalizm ve kapitalizm’den bağımsız olmak için SSCB birçok devlete elinden gelen yardımı üstlenmiştir. Sadece Türkiye’de Atatürk zamanında SSCB desteği ile birçok hafif ve ağır sanayi fabrikaları kurulmuştur.
İsmet İnönü’nün başında bulunduğu heyet 25 Nisan 1932’de SSCB’yi ziyaret eder. Kendisi burada 15 gün boyu 70 fabrikayı ziyaret ederken yanında bulunan tekstil uzmanları Şerif Onay ile Kamil İbrahim SSCB’de ta 9 Hazirana kadar kalarak SSCB’nin endüstrisini incelemişlerdir.
Heyetin Stalin’den istediği yardım kısa zamanda Türkiye’ye ulaşmıştır. SSCB kardeş Türk halkının kalkınması için gerekli çalışmaları tespit edecek heyeti göndermiştir. SSCB Devlet Gelişmesinin Planlama Enstitüsü başkanı Prof. Orlov’un başındaki heyet Türkiye’ye gelerek 22 Eylül 1932’de raporunu hazırlamıştır ve sunmuştur. Gitmeden önce İstanbul Üniversitesinde konferans veren Orlov şunları söyledi:
“Sevinçle emin oldum ki aklı ile enerjileri ile eğitimi ile Türk mühendisleri ne bizden ne de başka ülkelerdeki mühendislerden farklı değildir. Kendileri bize gayet iyi yardımcı olmuştur. Neden Avrupa’dan mühendis çağırdığınızı açıkçası anlamış değilim.”
21 Ocak1934’te imzalanan sözleşme ile SSCB Türkiye’ye verdiği 20 yıllık faizsiz kredi ile daha önce Prof.Orlov tarafından belirlenen Nazilli (Denizli) ve Kayseri mevkilerinde iki tekstil fabrikası kuruluşu kararlaştırılmıştır. Fabrikalar Sovyet mühendisler tarafından kurulmuş tüm teçhizat Rusya’dan getirilmiştir. Atatürk fabrikaların açılışını ölümünden bir ay önce yapmıştır.
Türkiye o dönemde Osmanlı’dan kalan borçların ağır yükü altında kalmıştır. SSCB halklarının yardımı ile Türkiye ekonomisi ilk defa nefes almıştır. SSCB Hükümeti yaptığı tüm yardımları para karşılığı değil barter yani değiş tokuş şeklinde yapmıştır. SSCB yaptığı yardımlar karşılığında Türkiye’nin ürettiği ürünleri almaya kabul ederek Türkiye’nin bu ürünleri dış pazarda satma zorluğundan kurtarmıştır. Türkiye eski sanayı bakanı Mehmet Turgut 1964’te yazdığı kitapta bu antlaşmayı Türkiye’de devletçiliğin başlangıcı olarak nitelendirmiştir. Fabrikalar Türkiye’deki ilk tekstil fabrikaları olmuştur. Fabrikalar kurulurken SSCB’de eğitim gören Türk işçileri ve mühendisleri kısa zamanda fabrikayı çalıştırır hale gelmişlerdir.
Aynı dönemde nihayı olarak TC Merkez bankası da Sovyetlerin yardımı ile kurulmuştur. Daha önce bu görevi üstleyen Ottoman bankası yabancıların elinde idi.
Sonraki dönemlerde SSCB benzer antlaşmalar çerçevesinde ta 1980lerin sonuna kadar Türkiye’de İskenderun, Karabük demir çelik fabrikaları dahil ilk demir çelik fabrikalarını, ilk petrol arıtım fabrikası TÜPRAŞ’ı, Mersin ve İskenderun limanları dahil bir çok liman, ilk Alüminyum fabrikasını, ziraat sanayisi, tarımcılık sanayisini ve bir çok alanda daha Türk halkının yardımına koşmuştur. Sovyetler sayısı 50 bini geçen Türk mühendisini ve işçisini eğitmiştir.
Dr İhsan Hanson