Translate

29 Ocak 2025 Çarşamba

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYAN ...

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. 
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır…Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.

Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.

İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur. 
Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır…
Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve 
gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran 
Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir. 
Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç olarak:
Osman Efendiye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan 
Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,
ülkesine dönüp “dinlenmesi”, 
daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, 
Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,
“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın” 
Bir bakar, “Hah işte der.“Kıl dönmüş.” 
Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın 
çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran 
çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve
cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. 

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir 
uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz 
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN
BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR .

25 Ocak 2025 Cumartesi

Sabiha Tansuğ

Sabiha Tansuğ (24 Ocak 2023)
Anısına Saygıyla ve rahmetle

Biliyormuydunuz..?

Paraya Resmi Basılan İlk Kadın Sabiha Tansuğ ve Macera Dolu Öyküsü

Avucumuzda sıkı sıkı tutarken ısıttığımız, simit ya da gazoz karşılığı cam tezgahın üzerine bırakıverdiğimiz demir paralardan birinde onun yüzünün çizgileri vardı.

Devlet adamı ya da tanınmış bir kişi olmaksızın, Cumhuriyet tarihimizde bir paraya resmi basılan ilk kişi, ilk kadındı.

Kalkık, biçimli bir burun, sivrice, küçük bir çene ve başında nefis bir Anadolu başlığı..
 İsmi Sabiha idi..

Gümülcine‘de doğmuş, ailesiyle birlikte 1941’de Türkiye’ye göç etmişti.

Çocukluğu Ege’nin şirin ilçelerinde geçti. İlkokul birinci sınıfta, 23 Nisan töreni için annesinin giydirdiği ‘eğribaş’ adlı gelin başlığı aklını başından aldı.

Göztepe Kız Sanat Enstitüsü‘nde okurken şapkalar yapıp satar, Kemeraltı’nda satılan taş kuklalara Anadolu giysilerinden esinlenerek giysiler dikerdi.

1963’te çıktığı Avrupa gezisinde gördüğü kostüm müzelerinden çok etkilendi. “Tek bir Anadolu köyü kocaman müze olur” diye düşündü.

Tek Bir Anadolu Köyü Kocaman Müze Olur
1964’te İstanbul’daki Piyer Loti tepesinde eski Türk kahvelerine benzer şekilde bir dekorasyon çalışmasıyla Piyer Loti Kahvesi’ni açtı.

O dönemde kahve, başta sanatçılar, gazeteciler, yazarlar olmak üzere tüm İstanbul’un adeta akınına uğradı. Öyle ki, bir gün önceden randevu verilmeye başlandı.

1965’te gazeteci Haluk Tansuğ ile evlendi. Bodrum’a giderken bindikleri otobüs Milas’ta bozuldu. Tamiratı beklerken çevreyi dolaşmaya başladılar.

Birinci sınıfta giyip unutamadığı “eğribaş” gelin başını burada bulunca deliye döndü. Başlığı
35 TL’ye satın aldı. O günden sonra değişik yörelerde gördüğü başlıkları alıp biriktirmeye başladı.

1968’de Galatasaray Yapı Kredi Bankası’nda “Anadolu Kadın Başlıkları” adlı ilk sergisini açtı.

O zamanki Darphane Müdürü Sait Tanaçan, 
“Bu başlıklardan biriyle fotoğrafınızı alıp madeni paralarımızdan birine basmak istiyorum. İzin verir misiniz?” deyince sevinerek kabul etti.

‘Ankara gelin başlığı’yla fotoğrafı çekildi. Karşılığında hiçbir talebinin olmayacağına ilişkin bir kağıt imzaladı.

O yıllarda çıkan demir 50 kuruşların üzerinde artık onun yüzü vardı. Böylece halk içerisinden madeni paraya resmi basılan ilk kişi oldu. 
Böyle bir şey dünyada ilkti!

Sergi, önce Japonya’ya sonra Paris’e götürüldü. Çok büyük ilgi ve beğeni topladı, hatta Japonya’da eşiyle birlikte İmparator nezdinde ağırlandı.

1974’te o güne dek topladığı başlıkların sergileneceği bir müze açılması için devlete başvurdu.

Zamanın Kültür Bakanı talebine şöyle karşılık verdi: “Tut bir kamyon, götür onları Topkapı’ya teslim et.” Bu benzersiz koleksiyona devletin ilgisi bu kadardı işte..

Oysa sergi bir yıldır Avrupa’da kent kent geziyordu. Dönemin siyasi hayatının tanınmış isimlerinden Fahrettin Kerim Gökay ile bir öğle yemeğinde buluştuklarında sözü yine müze arzusuna getirdi.

Gökay siyasi kulislerde dolaşan sözü kendisine naklettiğinde kahroldu. Yetkililer ‘Biz bir kadına mı kaldık’ demişlerdi.

İki kitap ve 200’den fazla makale yazdığı suskunluk döneminde bir daha müze konusunu açmadı ama Şevket Süreyya Aydemir’in söylediklerini de hiç unutmadı:
 “Bu topraklarda deve dikeni yetişiyor, adam yetişmiyor, seni anlamazlar Sabiha kız.”

1980 yılına dek Anadolu başlıklarını toplamaya ve araştırmaya devam etti. Haziran 2007’de bu koleksiyonun en değerli 430 parçası hırsızlarca çalındı.

Sosyolojik ve antropolojik çalışmalara kaynaklık edecek bu eşsiz hazineyi gün ışığına çıkaramadan böyle talihsiz bir olayı yaşadığına çok üzüldü. Çocuğu dünyaya getirmiş ama kimseye gösterememişti.

2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti seçildiğinde, oturduğu daireyi boşaltıp aynı cadde üzerinde kiraya çıktı. Burayı restore ederek sanatçıların ve dostlarının da yardımı ile modern bir müze haline getirdi.

Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’ndeki bir apartman dairesinin 7. katındaki müze, randevu alınarak geziliyor. Müze, Sabiha Tansuğ Sanat ve Kültür Evi adı altında, haftanın her günü saat 10.00 ve 20.00 saatleri arasında hizmet verirken, özelinde İstanbul’un genelinde tüm ülkenin inanılması güç mücadele öykülerinden birini bağrında saklamaya devam ediyor.

Gencecik yaşında bir demir paraya yüzünün basılması belki de tesadüf değildi Sabiha Tansuğ’un.

Kültürümüzü koruyup yaşatmaya çalışan, karşılığında oluşturduğu eşsiz hazineyi gelecek kuşaklara aktarmaktan başka bir şey beklemeyen bir kişinin, daha da talihsiz olanı bir kadının, bu ülkede başına ne geldiyse onun başına daha fazlası gelmemiştir mutlaka..

Demir paraya basılı yüz, gelecek yıllarda kendisine çok lazım olacak demir gibi bir iradenin, azmin ve mücadele gücünün habercisi olmuştur belki de...
Kim bilir...
Alıntı

21 Ocak 2025 Salı

İLGİNÇ BİR DAVA VE DOĞRU BİR KARAR..

Nasreddin Hoca Akşehir'de kadılık vazifesini yürütürken karşısına iki adam çıktı. Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış bir aşçı, diğeri de boynu bükük bir fakirdi. 
Aşçı:
- Hocam! Ben bu adamdan davacıyım. Dükkanın önünde fasulye pişiriyordum. Tencerenin kenarından yemeğin buğusu çıkıyordu. Bu adam elinde somunla geldi. Kopardığı lokmaları yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Yiye yiye koca bir somunu bitirdi. Ondan yediği fasulye buğusunun parasını istedim, vermedi.

Nasreddin Hoca anlatılanları dikkatlice dinledikten sonra fakire döndü:
- Doğru mu bunlar? 
- Evet doğrudur hocam.
- Öyleyse para kesesini çıkar bakalım.
Zavallı fakir, kadı efendiye karşı gelemedi içinde üç beş akçe bulunan para kesesini uzattı. 
Hoca bu sefer aşçıyı çağırdı yanına. Keseyi aşçının kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başladı. Sonra da:
- Haydi aldın işte alacağını.
Aşçı şaşkınlıkla sordu:
- Nasıl olur? Paramı vermediniz henüz. 
Hoca cevap verdi:
- Fazla uzatma, yemeğin buğusunu satan, akçenin de sesini alır.

20 Ocak 2025 Pazartesi

YARGI KARARI...

Ahlak filozofu Sokrates, 51 tane jüri önünde yargılanıyor ve idam kararı veriliyor, baldıran zehri ile öldürülüyor.
Ondan önce sevenleri, “seni hapishaneden kaçıralım” diyorlar. “Bu ahlâksızlıktır” diyor ve kabul etmiyor.
Uydur kaydır sözlere başvur jüri seni affedebilir deseler de ahlak filozofu bunu da kabul etmiyor.
Tarihe geçen savunmasında idam kararı veren jüriye şunları diyor.
“Ölümden korkmuyorum, çünkü ölümün çaresi var. Ölürsün kurtulursun.
Ama bilerek, ahlaksızca yanlış yapmanın çaresi yoktur.
Yaptığınız yanlış kıyamete kadar sizinle birlikte gelecektir.”
Bugün 2500 yıl geçmesine rağmen, Sokrates’in ismini bilmeyen yok.
Peki onu mahkum eden jüri heyetinin isimlerini bilen var mı?
Yok! Sadece lanetle anılmaktadırlar. 
Sokrates’in sözüyle bitirelim.
“Şu hayatı öyle bir yaşa ki kapanışta kendini alkışlayabilesin…”
Alıntı

17 Ocak 2025 Cuma

EN ÖNEMLİ ŞEY....


40 yaşında mide kanserinden ölmeden önce dünyaca ünlü tasarımcı ve yazar Kirzaida Rodriguez şöyle yazdı:
1. Garajımda dünyanın en pahalı arabası vardı, ama şimdi tekerlekli sandalyede dolaşmak zorundayım.
2. Şirketim her çeşit marka giysi ayakkabı değerli eşyalar satıyor ama artık vücudum hastanenin verdiği küçük beyaz önlüğe sarılmış.
3. Bankada çok param var ama artık ihtiyacım yok
4. Evim kale gibiydi ama şimdi hastane yatağında uyuyorum
5. Beş yıldızlı otelden beş yıldızlı otele gittim ama şu anda zamanımın çoğunu hastanede bir laboratuvardan diğerine geçerek geçiriyorum.
6. Yüzlerce kişiye imza attım ama bu sefer tıbbi kayıtlarda imzam var.
7. Saçımı yedi kuaföre yaptırdım ama şimdi bir tane saçım bile yok.
8. Özel jetim var her yere uçabilirim ama şimdi hastane kapısına ulaşmak için iki görevliye ihtiyacım var.
9. Kesinlikle her yiyeceğe gücüm yetse de artık diyetim günde iki tablet geceleri birkaç damla tuzlu su.
10. Bu ev, o araba, o uçak, o mobilyalar, bankadaki para, itibar ve şöhret, hiçbiri bana yardım edemez, hiçbiri acımı dindiremez ve sonra anladım ki günün sonunda en önemli şey sağlıkmış.

15 Ocak 2025 Çarşamba

Orhun Anıtları İlk Değil...

Türk Tarihi Değişti

 Türk adının geçtiği en eski Türkçe metin dendiği zaman akla Orhun Anıtları gelirdi bu bilgi değişti. Türk adının geçtiği en eski Türkçe metin artık İlteriş Kutluk Kağan Yazıtı olduğu doğrulandı.

 Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü ile birlikte Türk Akademisi 2019 yılından bu yana Moğolistan’ın Arhangay bölgesindeki Nomgon Vadisi’nde arkeolojik kazı çalışmalarına başlamıştı. 2022 yılında Nomgon-2 Anıt Külliyesi’nde yapılan kazılarda, diğer önemli tarihî eserlerin yanı sıra üzerinde Göktürk ve Soğd yazıları bulunan bir yazıtın üst kısmı keşfedilmiştir. Bu yazıtın okunması sonucunda, Göktürk yazısıyla kazınmış 12 satırlık bir metin (“Kutlug Kağan Türk... Tanrı oğlu ...”) ve Soğdca yazılmış 6 satırlık bir metin (“Kutlug Kağan...”) tespit edilmiştir. Bu bulgular, anıt külliyenin bir kağanın onuruna yapıldığına dair bilimsel bir dayanak sunmaktadır.

2023 yılında Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nün ortak çalışmalarıyla yazıtın alt kısmı da bulunmuştur. Ancak alt kısmındaki Göktürk yazısı önemli ölçüde tahrip olmuş ve okunamaz hâle gelmiştir. Neyse ki yazıtın arka yüzünde yer alan Çince metin kısmen korunmuş olmakla birlikte okunabilir durumdadır.

Keşfedilen yazıtın tanıtımı, 2024 yılında Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü tarafından Ulan Batur’da yapılmıştır. Çince metnin çözülmesi için İç Moğolistan Üniversitesi’nden alan uzmanları Prof. Borjigitai Muren, Dr. Chui Ning ve Dr. Sugar davet edilmiştir.

Yazıtın alt kısmındaki Çince metin, yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve satırlar sağdan sola düzenlenmiştir. 3. satırdan 8. satıra kadar olan kısım, kısmen okunabilmiştir. Yazıtın alt kısmında toplam 15 satır bulunmaktadır ve her satırda yaklaşık 24 hiyeroglif yer almaktadır (toplamda yaklaşık 290-300 hiyeroglif).

Ocak 2025 itibarıyla, İç Moğolistan Üniversitesi’nden uzmanların çalışmaları sonucunda yazıtın alt kısmındaki Çince metnin bir bölümü okunabilmiştir. Özellikle 4. satırda “Türk” sözcüğü ve “Kutlug” (Çince okunuşu: “Gu-du-lu”) unvanı tespit edilmiştir.
Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü, Nomgon-2 Anıt Külliyesi’nin Göktürk dönemine ait olduğu ve büyük olasılıkla İkinci Türk Kağanlığı’nın kurucusu İlteriş Kutlug Kağan’ın (682-692) onuruna yapıldığı tespitini doğrulamaktan mutluluk duymaktadır.
Türk Akademisi ile Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nün Nomgon Vadisi’ndeki ortak arkeolojik kazı çalışmaları devam edecektir.
Alıntı. 

14 Ocak 2025 Salı

KOCA KARIA İLACI....

KOCA KARI DEĞİL “KOCA KARIA” İLACI

Binlerce yıldır dilden dile gelen sözcük veya tabirlerin zamanla kulaktan kulağa değişime uğraması sık rastladığımız bir durumdur. 
İşte böyle azizliğe uğramış olan bir tabir de “Koca karı ilaçları” deyimidir. 
Bu tabirin aslı “Koca Karia"dır.

MÖ 5'nci yüzyıldı.
Aylardan Nisan.
Bahar, Akdeniz ile Ege'nin buluştuğu topraklara merhaba demişti.
Damıtılmış rüzgarlar binlerce otun ve çiçeğin aromalarından oluşan mis gibi bir koku yayıyordu havaya.
Knidoslular, bugün Deveboynu dediğimiz Kap Krio'da taze baharı kutluyordu.
Şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor, şaraplar içiliyordu.
Bir anda bir çığlık duyuldu.
Bir haykırış.
Knidos kralının kızıydı bu.
Yörenin en zehirli yılanı sokmuştu.
1,5 metre boyunda kurşuni renkli engerek.
Genç kız acı içinde yere yığıldı.

Güzeller güzeli bir kızdı.
Kralın en küçük kızı.
İki ablası yakın ülkelerin prensleriyle evlenip yuvadan ayrılmıştı.
Sarayın tek çocuğuydu.
O yüzden kralın canıydı.
Yüzü morarmış, ateşi yükselmiş, narin bedeni titriyordu.
Kan ter içindeydi.
Hemen hekimlere gösterildi.
Hekimler sonucu krala tek cümleyle özetlediler.
"Maalesef."
Knidos prensesi ölecekti.

Genç kız öleceğine anlayınca babasına yalvarmaya başladı.
"Baba ne olur bir şeyler yap. Yaşamak istiyorum baba. Kurtar beni."
O yalvardıkça, kral kahroluyordu.
Biricik kızı ölürken, onun elinden bir şey gelmiyordu.
Oysa ne kadar da iyilik yapmıştı.
Halkıyla ilgilenmiş, yoksullara yardım etmiş, hükmettiği topraklarda adaleti sağlamıştı.
Tanrılar neden onu cezalandırıyordu?
İsyan etti.
"Ey tanrılar, neden ben, neden kızım? Ne kötülük yaptık, hangi sözünüzü ezdik. Sizler bugünler için varsınız.  Yoksa!.. Yok musunuz?"
Tanrılardan ses yoktu.

Knidos prensesi ateşler içinde geçirdi geceyi.
Yüzü gözü şişmişti.
Kral da çaresizliğin acılarıyla sabahladı.
Aynaya baktığında saçları bembeyazdı.
Hekimler genç kızın akşama kadar can vereceğini söylüyordu.
Kral kızının başında, Knidoslular da tapınaklarda dualar ediyordu.
O anda bir haber getirdiler.
"Kralım dışarıda bir balıkçı var, kızınızı kurtarabileceğini söylüyor."
Kral, "hemen alın içeri" dedi, "hemen"
Aldılar.
Simi'den gelen bir balıkçıydı.
Kralın yaşlarında, uzun boylu, iri omuzlu, yanık tenli, yeşil gözlü.
Hemen, boynundaki meşin keseden tahta bir kutu çıkardı, içindeki merhemi genç kızın tüm bedenine sürdü.
"Üzülmeyin kralım" dedi, "kızınız ölmeyecek, Şişlikleri yarın inecek, ertesi gün de ayağa kalkacak."

Simili balıkçı bu merhemi kendisi gibi balıkçı olan dedesinden öğrenmişti.
Yörenin endemik otlarıyla yosun karışımı bir merhemdi.
Çok zehirli balıkların soktuğu insanlarda kullanmışlar ve onları kurtarmışlardı.
Bir keresinde Simi koylarında denize giren bir soyluyu, kuyruğunda iğne gibi bir kemik olan çok zehirli bir balık sokmuştu.
O balık bu denizlerin en zehirlisiydi.
Bu merhem onu bile kurtarmıştı.

Ertesi gün balıkçının dediği oldu.
Genç kızın şişlikleri indi, ateşi düştü.
Artık o narin bedeni titremiyordu.
Bir sonraki gün ise tamamen iyileşti, ayağa kalktı.

Kızıyla birlikte Knidos kralı da hayata dönmüştü.
Hemen talimat verdi.
"Balıkçıyı bulun, ailesiyle birlikte saraya getirin. Artık burada kalacak."
Buldular.
Kral Simili balıkçıyı saray hekimleriyle tanıştırdı.
Ve ikinci talimatı verdi.
"Bu topraklardaki dağları, taşları, ormanları tarayın. Tüm çicekleri, otları bitkileri araştırın. Denizlerdeki yosunları inceleyin. İlaçlar yapın, insanları kurtarın. Krallığım bu konuda size her türlü desteği verecek. "

Derler ki, tarihin ilk bilimsel tıp adımı işte o gün atıldı.
Derler ki, tıbbın babası Hipokrat işte bu adımlardan yola çıktı.
Derler ki, tarihin ilk bilimsel farmakoloji merkezinin Anadolu'da kurulmasını nedeni işte bu Simili balıkçıdır.
Ve hatta derler ki, yüzlerce yıl Karia  İmparatorluğu' nun topraklarıydı, bu şifa dolu topraklar. Karialılar şifalı otlardan yüzlerce ilaç yapıp, binlerce hasta iyileştirdiler.
İşte bu yüzden "Koca Karia İlacı" sözü yüz yıllardır Anadolu'da "Koca Karı İlacı" diye kullanılır.

(Alıntıdır)