Translate

26 Ağustos 2024 Pazartesi

GAZİ KOVAN

Toroslar’dan Aksekili Ethem Çavuş’un da içinde olduğu ‘Gazi Kovan’ hikayesini okurken göz yaşlarınızı tutamayacaksınız!

Gazi Kovan’ı Bilmeyen Ne Zafer Haftası’nı, Ne De 30 Ağustos’u Anlayabilir?

"GAZİ KOVAN..
Mart 1921 İnönü Ovası, insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş’un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu.

Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu.

Ethem Çavuş, 75 mm’ lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.

Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı.
Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu.
Mermiyi topa sürüp ateşledi.
Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti.
Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi.
İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.

Boşalan kovanlar Ankara’daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.

Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti.

Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu.
Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti.
Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. "Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339 İnönü"
*
Beş gün sonra Ankara’da Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgahlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: "Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı."
"Kamil Usta.!
Müjdemi İsterim.!
Senin yavru cepheden dönmüş.!"
Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar.
Tabii ki bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu.
Atölyede bir bayram havası esmişti.
Tüm çalışanlar, Kamil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı.
Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar.
Kamil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu.
Mermi hazır olunca, Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" deyip işlerinin başına döndüler.
Kamil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım.
Allah muvaffak etsin.
Çok bekletme bizi" dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Usta’nın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu.
Karahisarlı Seyfi Çavuş’un başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi, ama denemeye değerdi.
Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı.
Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.
*
Eylül 1922 Ankara.. 
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı.
Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı.
Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi.
Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara’ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir’e girdiği gün Ankara’da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.
Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2.Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz" yazılıydı.
Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;
Bismillahirrahmanirrahim.
Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah’a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor.
Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kafiri kovalıyor.
Güzel İzmir’e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık.
İki gün evvel Banaz’daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum.
Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır.
Lakin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş`un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik.
Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.
Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz.
Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.
Başınız sağ olsun.
Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.
Yüzbaşı Muhsin Talat
4.Alay 2. Tabur 8. Batarya
14 Muharrem 1341 Salihli"
*
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu.
Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.
*
Kamil Usta yutkunarak tezgahının başına oturdu.
Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı.
Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı.
Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.
*
Ocak 1923 Ankara..
Savaşın bitmesinin ardından Ankara’daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu.
Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu.
Teğmen Hamdi Vasıf, Kamil Usta’nın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının belki de yıllarca sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi.
Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü.
Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.
*
29 Ekim 1923 Ankara..
Teğmen Hamdi Vasıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclisten, Cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.
101 pare top atışıyla Cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş’un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı.
Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti.
Yüzbaşı Muhsin Talat’ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi:
"Hamdi Vasıf Edirne.!
Bir maruzatım var komutanım"
Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
"Evet teğmenim.
Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı:
"Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım.
Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim." 
Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı.
Sevinç gözyaşlarını tutamadı.
O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.
Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı.
Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı.
Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu.
Mermiyi şapkanın içine yatırdı.
Toplar atışlara devam ediyordu.
82, 83, ...97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" deyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.
Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara’nın her duvarından yankılanıp dört yıllık İstiklal Savaşının tüm hikayesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklayarak birbirlerini kutladı.
Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile teğmen Hamdi Vasıf sarıldılar.
Kovan ayaklarının dibindeydi.
Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı.
Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.
Dipnot :
"Bu vatan kolay kazanılmadı."
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını saygı ve tüm şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz.

Alıntıdır. 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Ç O C U K L A R...

32 yaşındaki oğlu için gelen anne şikâyet ediyor: 
“Doğru dürüst okumadı ama okul bitti. 
Şimdi de iş beğenmiyor. Bulduğumuz işlere ‘yorucu, bana yakışmaz, bu paraya çalışılır mı’ gibi gerekçelerle gitmiyor. 
Bütün gün evde. 
‘Onu getir, bunu al’ şeklinde emirler veriyor.
 Yapmak istemediğimizde ‘Beni doğurdunuz, yapmak zorundasınız, çocuğunuz değil miyim?’ diyor. Direnirsek üstümüze yürümeye başlıyor. 
Artık korkuyoruz. 
Ne yapabiliriz?”
Bir başka anne benzer şeyleri henüz 16 yaşındaki oğlu için anlatıyor. 
Her sabah özel şoförün okula götürdüğü, haftalık harcaması asgari ücretten fazla olan, kredi kartı ile istediğini alabilen ve bunların az olduğunu, okulu nasılsa bitireceğini, babasının işinin onu beklediğini ve bu nedenle gençliğini çalışarak geçirmesinin anlamsız olduğunu söyleyen, sabahlara kadar barlarda gezen, kızdığı zaman kendisine küfür eden, el kaldıran bir çocuk.
Bir baba, 14 yaşındaki çocuğunun kendisini yaraladığını ağlayarak anlatıyor ve benzer bir öyküyü aktarıyor.
Hepsinin son cümlesi benzer: 
“Doğduğundan beri bir dediğini iki etmedik, koruduk, sevdik. 
Hiçbir şeyini eksik bırakmadık. 
Niçin böyle oldu?”
Öğrencinin Jaguar marka arabası olur mu?’
 tartışmaları bu konuyu ele almamı zorunlu hale getirdi. 
Yazmadan önce tartışmaları bir kez daha gözden geçirdim. Tartışılan konu: 
O öğrencinin Cumhurbaşkanı’na gitmesiymiş. 
Oysa tartışılması gereken konu: 
Çocukların kaç yaşında, nelere sahip olmalarının daha doğru olduğu olmalıydı. 
Çünkü özel üniversitelerin park yerlerine girdiğiniz zaman göreceğiniz araba markaları, tartışılan Jaguar’dan ucuz olmayacaktır.
Aslında üniversitelere gitmeye ve arabalara bakmaya bile gerek yok.
 Sokaklardaki, kaffelerdeki gençlere, hatta genç bile sayılamayacak küçük çocuklara bakın.
 Sadece kıyafetlerine değil, ellerindeki cep telefonlarına, taşıdıkları çantalara ve en önemlisi konuşmalarına bir bakın. 
Ailesi varlıklı olan çocuk ve gencin bunlara hakkı var mı? 
Herhalde vardır. 
Zaten tartışılması gereken de bu değil. 
Tartışılması gereken; çocuklara ve gençlere zamanı gelmeden alınanların ve izin verilen davranışların, onların gelişimine ve topluma nasıl zarar vereceği olmalıdır.
Çevreye ve kendine zarar verici davranışların olması, herkesin kendisine borçlu olduğunu düşünen ve bu nedenle isteklerinin hemen ve eksiksiz yerine getirilmesini isteyen, yapılmadığı zaman saldırganlaşan, emek sarf etmeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen kişileri 18 yaşın altındalarsa ‘davranım bozukluğuyla, üstünde ise ‘antisosyal kişilik bozukluğuyla tanımlıyoruz. 
Yaygın olarak bilinen adı ile bu kişilere ‘psikopat’ diyoruz.
 Son yıllarda bu sorunla ilgili başvurular giderek artıyor. 
Bu artışın en büyük nedeni; çocuk yetiştirme biçimimizdir.

SORUMSUZ VE DOYUMSUZ ÇOCUK ;

Doğduğundan beri bir dediği iki edilmeyen, her istediğine kavuşan, isteğinin yaşı ile uyumlu olup olmadığına bakılmayan, emek sarf etmeden, değerini bilmeden alınanları, yapılanları hak görerek yetişen bir çocuğun; sorumluluk sahibi, doyumlu, çalışarak kazanmanın erdemine inanan, bir şeyleri elde etmek için emek sarf etmesi gerektiğini bilerek çalışan bir birey olmasını beklemek mümkün mü?
Avrupalı ve Amerikalı aileleri ‘çocuklarına bakmıyorlar, yazları çalışmalarını istiyorlar’ diye kötüleyenlerin düşüncelerini gözden geçirmelerinde yarar var. 
Çocuklarımızı sevmekle onları doğru yetiştirmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur, diye daha önce de yayımladığım,
 ‘Geleceğin Psikopatlarını Yetiştirme Yolları’nı tekrar yayımlıyorum:
– Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! 
Bu şekilde o, herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.
– Kötü sözler söylediği zaman gülün! 
Böylece o kendisinin akıllı olduğuna inanacaktır.
– Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 
21 yaşına gelince kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!
– Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini… 
Onun için her şeyi siz yapın ki o, bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın!
– Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki aile bir gün parçalanırsa çok fazla üzülmesin.
– Ona istediği kadar harçlık verin ki hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.
– Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin ki, istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.
– Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki, onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.
– Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! 
Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

Prof.Dr.Bengi Semerci.

17 Ağustos 2024 Cumartesi

KÜFELİK

1800'lerde İstanbul'da 1000'e yakın meyhane vardı. Bunların 80 kadarı ELİT kesimin gittiği ve "GEDİKLİ" olarak anılanı YASAL,
900'den fazlası da ORTA sınıfın gittiği ve "KOLTUKLU" adı verilen YASAL olmayan meyhanelerdi.
ALT kesim ise " AYAKLI " adı verilen seyyar meyhanecileri tercih ederdi.
Osmanlı'da kimi meyhanelerin önünde bekleyen küfe hamalları mevcuttu. Özellikle Galata civarındaki meyhanelerde bekleyen bu hamallar meyhaneden çıkan sarhoş insanları evlerine taşıyordu.
" KÜFELİK OLMAK " deyimi de buradan geliyor.
Bu meyhaneler bir nevi hamalların gece mesaisi yaptığı yerlerdi. Şimdi Haliç'in iç taraflarında çürümeye terk edilen eski Galata Köprüsü'nden bir önceki ahşap Galata Köprüsü'nün Karaköy tarafındaki girişinde bulunan hamalların dinlenmesi için yapılmış " MOLA SETİ"üstüne yüklerini dayamış dinlenen hamallar... " MOLA TAŞI " ya da " MOLA SETİ " denilen bu özel yerler, taşıma yolu uzun olan sırt hamallarının taşıdıkları ağır yükleri ve sırtlıklarını (semer de denirmiş onlara) bir süre dayayıp dinlendikleri özel olarak çok işlek yol güzergâhlarına yapılmış setlermiş...
Aşağıdaki fotoğrafta ahşap Galata Köprüsü üzerindeki bir mola taşı üzerine, fıçı ve küfesini
yaslamış soluklanan hamallar görülüyor.

12 Ağustos 2024 Pazartesi

TAMAM MI DEVAM MI?

Tolstoy’un "İnsan Ne ile Yaşar" adlı kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır.

Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. 

Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. 

Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. 

Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım.” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin.”

Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. 

Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takâti. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz…

Reis olanları izlemektedir. 
Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. 
Adamlarına bir mezar kazdırır. 
Pahom’u bu mezara gömerler. 
Reis Pahom’un mezarının başında durur şöyle der: 
“Bir insana işte bu kadar toprak yeter!”

Mütemadiyen biriktirmek istiyoruz. Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev… 
Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük…

Ve insan yaşlandıkça besler, gençleştirir arzularını. 
Biriktirdikçe hayata olan bağlarını artırır. 
Öyle bağlanır ki hayata, bir gün bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından…

Tüketmeye de çok meraklıdır insan. 
Biriktirdiği paranın, eşyanın, malın-mülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir… 
Benlik biriktirirken, benliğini tüketir…

Gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar aslında fakiriz hepimiz.

11 Ağustos 2024 Pazar

Japonya Türkiye Diplomatik Dostluk İlişkilerinin tesisinin 100.yılında Türk ve Japon deniz kuvvetleri bando grupları ortak konseri

9 Ağustos’ta, Japonya Deniz Öz Savunma Kuvvetleri'ne ait “Kashima” ve “Shimakaze” eğitim gemileri İstanbul’da Sarayburnu Limanı'na ulaşmıştır. Türkiye’ye hoş geldiniz! Eğitim filosu 12 Ağustos’a kadar bu limanda demirleyecektir. Denizaşırı Eğitim Seferleri’nin iki temel amacı, uygulamalı eğitim verilmesi ve uğranılan limanlarda uluslararası iyi niyetin teşvik edilmesidir. Bu defa gemiler, Japonya ve Türkiye arasındaki dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi ve iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıldönümünün kutlanması amacıyla gelmiş bulunuyor.
Bu liman ziyareti anısına, 10 Ağustos, saat 13.30'da Deniz Müzesi yanındaki Barbaros Meydanı'nda müzik ve savunmasanatları gösterisi düzenlenecektir. Ayrıca 10 – 11 Ağustostarihlerinde eğitim filosu Sarayburnu Limanı’nda halkın ziyaretine açılacaktır. Ziyarete ilişkin ayrıntılar için web sitemizi inceleyiniz. Herkesi bekliyoruz!

https://www.istanbul.tr.emb-japan.go.jp/itpr_ja/11_000001_01369.html