Translate

30 Eylül 2024 Pazartesi

ANNELİK

Ahtapotun anneliği hiçbir canlının anneliğine benzemez.
Dişi Ahtapot çiftleşmeden sonra bir oyuk bularak oraya yerleşir.
Yumurtlamaya başlar ve yumurtlama işlemi bittikten sonra kuluçkaya yatar.
Yumurtalarını yuvanın tavanına çengelle asar gibi dizer.
Yumurtalara devamlı su pompalayarak onların temiz kalmalarını sağlar.
Her ne pahasına olursa olsun yuvasını terk etmez.
Yavrular yumurtadan çıkmadan açlığa dayanamazsa birkaç kolunu yer ve bu şekilde tüm yavrular yumurtadan çıkıncaya kadar hayatta kalır ve yumurtaları korur...

Ancak uzun süren kuluçka dönemi onu aç ve bitkin bırakır, 
tüm yavrular yumurtadan çıkınca o da yuvasında can verir.
Hayata yeni başlayan yavrular için anne ahtapotun cansız vücudu yaşama tutunmaları için iyi bir besin kaynağı olur.
Bu yüzdendir ki hiçbir dişi ahtapot yavrularının büyüdüğünü göremez...😔
Alıntıdır. 

29 Eylül 2024 Pazar

HANGİSİ ? NEDEN ?

ÜZÜM SİRKESİ Mİ, 
ELMA SİRKESİ  Mİ ?
Son yıllarda bir “Elma sirkesidir” reklamı aldı başını gidiyor.
Diyetlerde, tariflerde ve zayıflama kürlerinde marifetleri ve üstünlükleri sürekli vurgulanıyor. 
Ve bu propaganda atakları sayesinde “Elma sirkesi”, sirke sektöründe çoktan ciddi bir pay sahibi oldu bile...
Eğer ben bu yazımın başlığında “ Elma sirkesi mi, Üzüm sirkesi mi” yazarak elma sirkesini soru cümlesinin başına önceleyerek koysa idim, ben de bu “Elma sirkesini” gündeme sokan propagandaların algısına teslim olmuş olurdum...
Üzüm sirkesi nerede ise üvey evlat gibi, ikincilik kürsüsüne itilmiş durumda.
Sadece Kelle-Paça çorbasını içerken hatırlanır oldu...
Peki bu “Elma sirkesini” önceleyen propagandaların sebebi nedir ve aslında hangi sirke daha faydalı ve kalitelidir ?
Derdimiz “sirke mi arkadaşım” demeyin sakın...
 Bakın bu hikayenin arkasında neler var, neler var?
Bir Türk Milliyetçisi olarak olgusunda ve sonucunda “Milli” renk ve iddası olmayan bir konu ile sizin kıymetli vakitlerinizi boşa harcatmayacağıma güvenin lütfen.
Öncelikle belirteyim ki “Üzüm sirkesinin tahtını” hiç bir yayın, hiçbir propaganda ve pazar kapma oyunları yıkamaz ve hiç bir meyve sirkesi üzüm sirkesi kadar faydalı değildir, olamaz...
 Üzüm sirkesi “şuna buna faydalıdır” diye anlatılan diğer meyve sirkelerinin tüm özelliklerini bünyesinde bulundurur ve bir de üstüne üstelik diğer meyve sirkelerine faydaları açısından on tur fark atar...

Nasıl mı?
İlk önce sirke ile ilgili üç beş hatırlatma yapalım.
Sirke özünde bir asit türüdür ve bu asitin kimyasal adı  “Asetik Asittir”.
PH değeri 4,5- 5 aralığındadır.
Piyasada sirke üretimi iki yolla yapılır.
Birisi hiç meyve kullanılmadan inorganik olarak kimyasal yolla üretilen “asetik asite, meyve aroması ve renklendirici katılarak yapılan ve oldukça ucuza satılan sirkelerdir...
Piyasa da satılan sirkelerin çoğunluğu bu yolla üretilen sirkelerdir...
İçinde asitten başka hiç bir enzim, mineral ve organik madde, probiyotik bulunmaz...
Tat ve lezzet olsun diye, bir de yoğunlukla  kimyasal sirkeler sanayileşmiş “turşu sektöründe” kullanılır...
Bu sirkeler cansızdır.
Yani evin mutfağına sokulmayacak kadar gıda ötesi bir zararlı haline dönüştürülmüş, kimyasal maddeden başka bir şey değildir.
İkinci üretim şekli “şekerli meyvelerin” sularından elde edilir.
 Herhangi bir meyvenin suyu ve parçaları bekletilerek doğal yolla meyvede ki şekeri önce alkole, sonra sirkeye dönüştüren ve  “Asetik Asit” üreten bakteriler sayesinde doğal yola elde edilir...
İşte içinde probiyotik yani faydalı bakteriler, enzimler ve mineraller olan sağlık için faydalı gerçek sirke bu yolla üretilen sirkedir... 
Tat ve lezzet unsuru da bu faydalarının yanında bizlere ilave hediyesidir. 
Ve elbette içinde hayatın olduğu “canlı” bir üründür.
İçinde meyve şekeri olan her meyveden doğal sirke yapılabilir. 
Üzüm hariç diğer meyvelerin şeker oranları sirke oluşumuna sebeb olan bakterilerin, sirkenin olgunlaşmasına kadar sürecek dönemde beslenecekleri   miktarda  yeterli şekere sahip olmadıkları için, yapımı esnasında içlerine bal, şeker ya da  bulgur gibi gıdalar ilave edilir.
Sadece üzümün böyle bir desteğe ihtiyacı yoktur. 
Onun sahip olduğu meyve şekerleri fazlası ile bünyesinde bulunmaktadır.
Elma da  güzel bir sirke yapımı için yeterli şekere sahip değildir ve ilave şekerin ya da şekere dönüşecek karbonhidratların ( bulgur gibi ) elma sirkesi yapımında kullanılmasına ihtiyaç duyulur.
Yani saf elma suyundan içine hiç bir şey katılmadan kaliteli sirke elde edilemez.
En güzel, muhteşem tat ve lezzet sahibi ve de sağlık açısından eşsiz sirkeler ancak siyah üzüm suyu ve kabuğu kullanılarak üretilen sirkelerdir.
Şimdi gelelim yazımızın  konusunun “bam teline” !..
Elma sirkesinin propagandasının arkasında “ABD ve AVRUPA” ülkelerinin “elma lobilerinin” pazar payını arttırma gayret ve çabaları yatmaktadır.
Bu ülkelerde “üzüm”, şarap yapımı ve tüketiminde kullanılır. 
Üzümden elde edilen şarabın katma değeri ve kazancı elbette sirkeden çok çok daha fazladır.
Şarap kültürü ve pazarı büyük ve de vazgeçilmez olan ülkeler bu sebeple “üzümü” öncelikli olarak şarap sektöründe değerlendirirler. 
Ancak, bozuk ve kalitesiz şarap stoklarını sirke üretiminde kullanırlar. 
Üzüm üretimlerinin yüzde 99’u şarap üretiminde kullanırlar.
Sirke yapımında ise üzümden doğan meyve açığını elma ile kapatırlar.
Bilhassa Avrupa başta olmak üzere ABD’de de elma üretimi çok çok fazladır.Avrupa’nın İklim koşulları ve coğrafi konumu elma yetiştirmeye en uygun bölgelerdir. 
Seçilerek aynı boy ve standartta pazara sunulan birinci sınıf kaliteli elmalardan sonra ikinci kalite ve kusurlu, hasarlı elmalarda meyve suyu fabrikaları başta olmak üzere olmak meyve konsantresi ve sirke üretiminde kullanılır.
Oldukça bol üretilen bu elma sirkelerinin ciddi pazar paylarına ihtiyacı vardır.
İşte bunun için kollar sıvanır ve “emperyal liberal ekonominin” çarkları dönmeye başlar.
Üniversitelerde finansman desteği ve katkılar verilerek yaptıkları “elma sirkesinin” analizleri ile ortaya çıkarılan bilgilerin yorumları yayın haline getirilir. 
TV programlarında yemek,diyet ve sağlıklı beslenme programlarında sunucular ayarlanır ve “elma sirkesi” övülür de övülür.
Maalesef bizim “milli refleks ve önceliklerden” uzak akademisyenlerimiz ve gıda sektörümüz, tembel tembel yatarken bir bakarsınız medyamızın beleşçi, taklitçi ve de lobilerin parasına tav “medya” kuklaları ABD ve BATI medyasından devşirilen  “Elma sirkesi”’propagandasının borazanı olurlar.
Artistler, yemek ve diyet proğramlarını sunanlar  “elma sirkesi” üzerine övgüler düzerler. 
Elma sirkesinin pazar payını arttırmak için yurt dışında yapılan elma lobilerinin benzer faliyetlerini Türkiye’de üretilen eşsiz ve rakipsiz meyveler için yapmak kimsenin aklına gelmez ne hikmetse..
 Acaba niçin  üniversiteler başta olmak üzere hiç bir gıda sektöründe  ve tarımsal üretimde örgütlü sivil toplum örgütünün aklına bu tür araştırmaları destekleme gelmez?Bürokrasi desen zaten  böyle teknik ve taktik bir konuyu düşünüp aklına bile getirmez.
Elma sirkesi ile Üzüm sirkesinin üm içerikleri ve bünyelerinde bulunan enzimlerin neler olduğu ve probiyotik güçleri hususunda karşılaştırmalı olarak kamuoyunun anlayacağı şekilde bugüne kadar acaba  kaç araştırma ve yayın yapılmıştır derseniz ?!!..
Üzüm ve Zeytin çok özel ve hiç bir meyveye benzemeyen özellikler taşıyan meyvelerimizin başında gelir. Bu iki meyvenin ilginç özelliği, üzümün suyunda ve zeytinin yağında, üretildikleri toprak yapısına ve iklim şartlarına bağlı olarak bir çok meyvenin aromasını, lezzetini ve kokusunu bünyelerinde toplamaları ve yerken de bu tadları hissedebileceğiniz  ender iki meyve olmalarıdır. Taze sıkılmış soğuk sıkım zeytin yağını tattığınızda, sevdiğiniz meyvelerin taze iken bilinen tatlarının karmaşık bir aromasını hemen hissedersiniz. 
Üzüm suyundan elde edile şıra, şarap ve sirkede farklı meyve tatarlarını bünyesinde taşır. Hatta bir çok şarap tanıtımlarında profesyonel “tadımcılar” farklı şarapların üstünlüklerini, kalite ve lezzetlerini öne çıkarırken bazı meyvelerin isimlerini söylerler. Böğürtlen, Ahududu, taze elma, kiraz gibi.
Kısaca Üzümün içinde elma dahil bir çok  meyvenin aroma ve lezzet özellikleri varken, elmada sadece elma meyvesinin özel karakteristik tat ve özellikleri vardır. 
Özetle Üzüm bir çok meyvedir, fakat elma sadece elma ve armutta sadece armuttur.
Üzümün Anavatanı ve genetik merkezi Anadolu ve Kafkasya’dır. Tüm dünyaya bu bölgelerden yayılmıştır. İlk asma bağlarının ve şarap üretiminin Arkeolojik buluntuları 10 bin yıl öncesine dayanır ve Diyarbakır, Lice’de bulunmuştur.
Elma sirkesi üzerinden anlatmaya çalıştığım esas mesele şudur. 
“Emperyal pazar ekonomileri”  hangi ürünü ve türevlerini reklam ediyorlarsa 
bilin ki bu çalışmalar kendi ülkelerinin ekonomik çıkarına ve önceliklerine dayanır. Sağlık açısından yapılan propagandalar ise bu reklamların vazgeçilmez oltalarıdır.
Mesela size bu olaya örnek iki üründen daha bahsedeyim : 
Brüksel lahanası ve Brokoli…
Tohumlarında tamamen dışa bağımlı olduğumuz ve artık Türk mutfağına sokulmuş pazar payı hızla büyütülen iki sebzedir Brüksel lahanası ve Brokoli !…
Brüksel Lahanası ve Brokolinin faydaları diye yazın, internette onlarca yabancı kaynaklardan aşırılmış araştırma ve yayın görürsünüz. 
Halbuki bizim coğrafyamızın yüz yıllarca tanınan, bilinen ve severek yenilen her çeşit lahanası ve karnıbaharı üzerine aynı oran ve derinlikte bir yazı yayın ve överek öne çıkaran tek bir bilimsel makaleyi aynı internette göremezsiniz. Aslında Brüksel lahanası, bildiğimiz lahanadan ve Brokolide, bildiğimiz karnıbahardan melezleme yöntemi ile elde edilmiş, özünde çok farkı olmayan iki sebzedir.
Fakat bizde üretilen karnıbahar ve Lahananın yerli tohumları elimizde var olmasına rağmen her yıl brokoli ve Brüksel lahanasının tohumlarını ithal etmek mecburiyetindeyiz.
Sirke üzerine yazalım derken iş nerelere geldi. 
Aslında “Milliyetçiliği” sadece güvenlik parantezine sıkıştıran ve böyle algılanması işlerine gelen çevreler gidişattan oldukça memnun. 
Sadece “kanla yapılan” vatan savunmasının sınırlarına hapsedilmeye çalışılan ve çoğu zamanda “aşırılığı” ırkçılıkla suçlanıp tokatlanmaya çalışılan “milliyetçilik” olgusundan; “emperyal güçler” fazla endişe etmez. 
Onlar asıl “milli bir şuurla “ ayağa kalkacağından korktukları “alın teri ve emek milliyetçiliğinin” vatan coğrafyasında milletle buluşmasından korkarlar ve bunun önlemini alırlar.
Tarımın yerlerde sürünmesinin, gıda sektörünün sağlığımızı tehdit eden canavarlıklarının kaynağı ne zannediyorsunuz ?
Silahlı terör örgütleri yılda kaç kurşun sıkarak kaç vatandaşımızın böbreklerini, ciğerlerini iflas ettirebilirler.? 
Buna karşılık “nişasta bazlı şeker” yedirilen kaç çocuğumuz ve vatandaşımız  kronik hastalıkların pençesine her yıl düşürülmektedir?
Milliyetçilik bayrakla, vatanla söze başlar ama, unutmayın zafere ulaşan imzasını ancak  alınteri, emek ile, milli hassasiyetle planlanan ve rakip tehditlere duyarlı ve de kapalı “üretim” ile atar. 
Atatürk cephede kazandığı zaferlerini, Anadolu’nun üretim gücü ile “milli şahlanışla” ayağa kaldırmasa ve yatırımlar ile taçlandırmasa idi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk kuruluşundan sadece 15 yıl sonra Dünyada adından saygı ve övgü ile söz ettirebilir miydi?
Şimdi söyleyin bakalım. Üzüm sirkesi mi? Elma sirkesi mi?
Brüksel lahanası mı? yoksa Bafra, Ulukışla lahanası mı?
Brokoli mi? 
Beyaz karnıbahar  mı?
Daha sırada siyah turbumuz ve şalgamımız da var.
Bir gün onlarıda anlatırız inşallah. 
Sağlıkla kalın..

Hamdi Arabacıoğlu

22 Eylül 2024 Pazar

FABRİKALARIN LİSTESİ

Atatürk'ün açtığı fabrikaların tam listesi.

Kolay mı hem Osmanlı'nın borcunu ödeyip hem yurdun dört bir yanına fabrikalar kurmak?

➡️1-Ankara Fişek Fabrikası (1924)
➡️2-Gölcük Tersanesi (1924)
➡️3- Şakir Zümre Fabrikası (1925)
➡️4-Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)
➡️5-Alpullu Şeker Fabrikası (1926)
➡️7-Uşak Şeker Fabrikası(1926)
➡️8-Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)
➡️9-Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)
➡️10-Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)
➡️11-Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1928)
➡️12- Ankara Çimento Fabrikası (1928)
➡️13-Ankara Havagazı Fabrikası (1929)
➡️14-İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)
➡️15-Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)
➡️16-Kayseri Uçak Fabrikası
➡️17-Kırıkkale Elektrik Santrali Ve Çelik Fabrikası (1931- Genişletildi)
➡️18-Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)
➡️19-Turhal Şeker Fabrikaları (1934)
➡️20-Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934)
➡️21-Bakırköy Bez Fabrikası (1934)
➡️22-Bursa Süt Fabrikası (1934)
➡️23-İzmit Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1934 Temel Atma)
➡️24-Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma)
➡️25-Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)
➡️26-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)
➡️27-Isparta Gülyağı Fabrikası (1934)
➡️28-Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Siloları (1934)
➡️29-Paşabahçe Şişe Ve Cam Fabrikası (1935 - Tamamlandı)
➡️30-Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel Atma)
➡️31-Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel Atma)
➡️32-Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma)
➡️33-Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma)
➡️34-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935)
➡️35- Ankara Çubuk Barajı (1936)
➡️36-Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935)
➡️37-Barut, Tüfek Ve Top Fabrikası (1936)
➡️38-Kırıkkale Çelik Fabrikası
➡️39-Malatya Sigara Fabrikası (1936)
➡️40-Bitlis Sigara Fabrikası (1936)
➡️41-Malatya Bez Fabrikası (1937 Temel Atma)
➡️42-İzmit Kağıt Ve Karton Fabrikası (1934- Temel Atma)
➡️43-Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937- Temel Atma)
➡️44-Divriği Demir Ocakları (1938)
➡️45-İzmir Klor Fabrikası (1938- Temel Atma)
➡️46-Sivas Çimento Fabrikası (1938-Temel Atma)

ADALET DEDİĞİN...

FRANKFURT TARİHİNE GEÇEN OLAY 

Olay 1506'da Frankfurt'ta kaydedilmiştir. Bir tüccar 800 lonca kaybeder. Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. Son derece dindar olan   marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez ve bu kadar çok para kaybının farkedilmesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür.  

800 lonca ne kadardır? O zaman, 40 lonca için iyi bir at satın alınabildiğinde yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. Rahibin, Frankfurt'a giren tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın   100 lonca ile ödüllendirileceğini duyurur.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve çantayı alır. Ancak marangoza, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. Marangoza 5 lonca uzatır. Marangoz tüccara sözünü tutmasını  söyler. Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu iddia eder. Marangozun çantadan para aldığını iddia eder. Rahip, marangoz için ayağa kalkar. Marangozu tanıdığını ve onun dürüst bir adam olduğunu söyler. Asla böyle bir şey yapmayacağını söyler. Tartışma kızışır. Rahip, tüccarı ve marangozu Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim süreci başlatır. Tüccara, İncil'e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğini  yemin etmesini söyler. Tüccar tereddüt etmeden elini İncil'e koyar ve yemin eder. Yargıç, marangoza 800 lonca bulduğuna yemin etmesini söyler. Marangoz da elini İncil'e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını bekllemektedir. Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek, “Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir” ,kararını verir.

Fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.
Alıntı

18 Eylül 2024 Çarşamba

NASIL BU KADAR ARAYI AÇTILAR?

1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu senelik banyolarını da Mayıs'da yapıyorlar, Haziran'da çok kötü kokmuyorlardı..

Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu..
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu..

Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu.. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü..
İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir..
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu..

Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu..

Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu..

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bu nedenle oluştu..

Zemin topraktı.. Sadece
Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı..
Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu..

Bunu önlemek için yere saman seriyorlardı.. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu.. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi..

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu..

Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu.. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur..
Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı..

Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi.. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı..
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu.. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açabiliyordu.. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl Domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü..

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu.. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu..

Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu.. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) hastalığı ortaya çıkıyordu..

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı..

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu.. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu.. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu.. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu..
Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu..

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı.. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı..

Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı..

Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.. Buna mezarlık nöbeti denirdi.

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı..

Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı..
Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü..

Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü..

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti.. 19.yy da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti..
liste böyle uzaaar gider..

Ama esas dikkat çekmek istediğim konu şudur;
1500 lü yıllarda adeta b*k içinde yaşayan Avrupa nasıl oldu da arayı bu kadar açtı?
Bu da bizim sınavımız olsun..

Prof. Dr. Erol Duren

10 Eylül 2024 Salı

MARRIAGE 😊

Socrates: “Ne pahasına olursa olsun evlenin. Eşiniz iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz.”

Oscar Wilde:“Erkekler kendilerini yorgun hissettikleri için, kadınlar ise meraktan evlenirler. İkisi de hayal kırıklığına uğrar.”

Woody Allen:“Evlilik, umudun ölümüdür.”

Confucius: “Eş seçmek kitap seçmeye benzer, iyi tasarlanmış bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir, içeriği sağlam olmadıkça sonunu getirmek zordur.”

Çehov: “Sevmeden evlenmek, inanmadan ibadet etmek gibi alçakça bir iştir.”

Zsa Zsa Gabor: “Erkek, evlenene kadar eksik bir erkektir ve evlendiğinde artık bitmiştir.”

Schopenhauer: “Evlenmek, insanın haklarının yarıya düşmesi, görevlerinin iki katına çıkmasıdır.”

Lady Astor: “Ben sizin karınız olsaydım, kahvenize zehir koyardım.”
Churchill: “Ben de sizin kocanız olsaydım, o zehirli kahveyi seve seve içerdim!”

8 Eylül 2024 Pazar

Drama Köprüsü

Drama köprüsü o devrin haksızlıkla para kazanan, halkı ezen zenginlerinden alınan haraçla Debreli Hasan tarafından yaptırılmıştır. Kaynaklar Debreli Hasanın, 1900 lü yıllarda hala makedonya nın Osmanlı’da olduğu dönemlerde Drama'da yaşadığını söyler.
Debreli, Sarısaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı ve eşkıya olarak gösterilir. Eşkiya olmasıda, Askerlik yılları içerisinde haksızlığa dayanamayarak kendisine hakaret eden komutanını vurmasıyla başlar, dağlara kaçar ve eşkiya olur. Bu durumdan Kendiside pişman olur ama kötü eşkiyalık yerine iyileri kollar Gayri müslimleri soyar, fakir Türklere dağıtır. Bekarları evlendirir. 
Adı unutulmasın diyede Debreli Hasan’a Türkü yakılır.
Drama Köprüsü, Makedonya'da Drina Nehri üzerinde yapılan 11 gözlü köprüdür. Türkiye’de adına türkü yazılması ile meşhur olan bu köprü. Dünya da ise İvo Andric’e Drina Köprüsü romanı ile nobel edebiyat ödülü kazandırmıştır.
Debreli Hasan'ın yaşadığı dönem kesinlikle bilinmemekle beraber Çakırcalı Efe ile aynı zamanda yaşadıkları görüşleri, hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1920 yılları arasında Makedonya dağlarında olduğunu göstermekte.
Halk arasında söylenen menkıbeye göre; Selanikli Yahudi bir tüccar, ticaret için İzmir'e gidecektir. Kendisine "Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli'den geçse dağlarında Çakırcalı'dan geçemezsin. "denir. Nitekim de öyle olur. 
Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur. Bilinen Kara kedi namıyla bir tek kişi olduğudur. Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en ustun tarafı ise fakirlere yardım etmesi, bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır. "Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç, tek danasını almış, pazarına inmektedir. Yolu, Debreli Hasan tarafından kesilir. Delikanlının evlenme parası olmadığını anlayınca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve danasını satmamasını salık verip uğurlar." 
Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye'ye göç eder. Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasan ve adına bu türkü söylenir: 

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez 
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez 
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin 
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin 
Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın 
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin 
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin 
Drama köprüsü Hasan dardır daracık 
Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık 
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin 
Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin 
Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin 
At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin 
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin. 
Kaynak: 
Öyküsüyle Türküsüyle Batı Trakya Türküleri 
Reşit Salim- Osman H. Arda