Translate

16 Kasım 2025 Pazar

SINIRSIZ UÇUŞ BİLETİ...

DÜNYANIN EN UYANIK YOLCUSU

 Steve Rothstein ile tanışalım bu Arkadaş... kendisine verilen sınırsız uçak bileti ile ABD hava yollarını adeta çıldırttı. 

  Yıl 1987, 250.000 Amerikan doları değerinde sınırsız uçuş hakkı sağlayan Gold First Clas Life Flight bileti satın alır bunun yanında 150.000 Amerikan doları değerinde refakatçi bileti de alır. Steve, 10.000'den fazla uçuş yapmış ve bu uçuşlar, ABD hava yollarına 20 yılda 21 milyon dolardan fazla bir miktara mal olmuştur. Bu duruma dur demek için 2008 yılında hava yolu şirketi bileti iptal etmek zorunda kalır. Steve bu süreçte İngiltere'ye 500, Tokyo'ya 120, Avustralya'ya ise 70 kez gitmiştir. Adam kafasına göre bazen bir restoranda yemek yemek için gider bazen maç için gider bazende bir kaç saatliğine gidip gelmiştir. En güzeli ise yardıma muhtaç olanlara yardım edermiş bunu ise; refakatçi biletini kullanarak onları istedikleri yerlere götürerek yapıyormuş. Canı sıkılınca yanında ki koltuk için olmayan kişi adına rezervasyon yaptırırmış bazende rezervasyon yaptırıp hiç gitmezmiş. En sonunda bu durum hava yolu şirketinin canına tak eder ve sınırsız biletini iptal eder. Steve, çıldırır, depresyona girer ve günlerce yataktan çıkmaz. Adamın elinden en sevdiği hobisi alınmış sevinecek hali yok ya susmaya da hiç niyeti yok. Hava yolu şirketine tazminat davası açar gerekçe ise, verdiği sözü ve güvenirliği ihlal ettiği için. Davayı kazanan Steve, hava yolu şirketinden 3 Milyon dolar tazminat alır ayrıca sınırsız uçuş bileti tekrar aktif hale getirilir Steve tekrar uçmaya başlar. İşte Dünyanın En Uyanık Yolcusu; Steve Rothstein kısa ve net hikayesi bu.. ALINTIDIR

15 Kasım 2025 Cumartesi

Antalya

Mussolini Türkiye'den Antalya'yı talep ediyordu.

Rodos'a 40 bin asker yığmıştı. İtalyan Sefiri Povli Atatürk ile görüşmek için Çankaya'ya geldi...

Povli kendini beğenmiş ve küstahça tavırlar ile bir şey ima etmeye çalışıyordu.

Konu oraya geldi. Atatürk bu laf üzerine sakince ayağa kalkarak: 

''Bana 10 dakika müsade etmenizi rica ederim.'' diyerek yan odaya geçti.

10 dakika sonra BÜYÜK ÖNDER tepeden tırnağa mareşal üniformasını ve çizmelerini giymiş olarak elçinin yanına döndü ve:

''Buyrun, şimdi sizi dinliyorum.'' dedi.

İtalyan büyük elçisi afallamış gözlerle sadece Atatürk'e bakıyordu.

Atatürk, Sefir'e:

''Söyle o koca herife o 40 bin askerle Antalya'yı alamaz ama ben 4 bin asker ile Roma'ya girerim...'' diye cevap verdi.

Kaynak: Resimli Tarih Mecmuası (1954, sayı 16 civarı)

*Memet Hoca 'ya teşekkürler.

11 Kasım 2025 Salı

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.Atatürk'ün tabutu açıldı! Görenler inanamadı...(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçiler kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”Halide İntepe ise şunları söylüyor:-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31(Alıntı)

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953.
Atatürk'ün tabutu açıldı! 
Görenler inanamadı...

(Lütfen zaman ayırıp okuyunuz.)

Etnografya Müzesi’ndeki, Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün, Ankara. (09.11.1953)

Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. 

Aygün,

-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. 
Bunun için bir komite kurduk. 
Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. 
Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”

Prof. Mutlu önce reddetti. 
Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. 
Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:

-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. 
Bu tarihi bir görev.”

Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. 
Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. 
Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. 
Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...

Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. 
Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. 
Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti.
 Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. 
Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.

Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. 
Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.

Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. 
Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.

Ve tabutun vidaları söküldü. 
Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. 
Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı.
 Gaz ya da koku çıkmadı.

Sanduka talaş doluydu. 
Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! 
Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. 
Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. 
Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. 
Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. 
Soluklar tutulmuştu... 
Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.

Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçiler kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. 
Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. 
Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.

Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:

“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. 
Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. 
Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”

Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. 
Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. 
En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.

O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:

-“Menderes çok heyecanlandı. 
Rengi sapsarı oldu. 
Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. 
Atatürk’ün yüzüne bakmadı. 
Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”

En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. 
O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.

Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:

-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. 
Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”

Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı.
 Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.

-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. 
Bize kızar, darılır” dedi. 
Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. 
Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. 
Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. 
Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.

Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. 
Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.

Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. 
Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. 
Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. 
Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!

Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı.
 Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. 
Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:

-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... 
Korkunç heyecanlıydım. 
Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. 
Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... 
Bir, iki günlük sakalı vardı. 
Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”

Halide İntepe ise şunları söylüyor:

-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım.
 Başı yana doğru eğikti. 
Yüzü hiç bozulmamıştı. 
Azıcık sakalları çıkmıştı. 
Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... 
Ama bir ölü yüzü yoktu. 
Uyuyor gibiydi...

Kaynak: Semra Atay, 
Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31
(Alıntı)

4 Kasım 2025 Salı

AYŞE TATİLE ÇIKSIN....

20 Temmuz 1974 günü başlayan Kıbrıs Barış Harekatı üçüncü gününde ilan edilen ateşkesle durdurulmuştu. Türkiye planladığının fazlasını elde etmişti. Harekata katılan komutanlardan Kenan Evren, "ileride müzakere masasında veririz diye fazla toprak aldık" demişti.
O masa hemen kuruldu. Üç garantör devlet, Türkiye, Yunanistan ve Britanya, Cenevre'de görüşmelere başladı. Türkiye anlaşma sağlanamaması halinde harekata devam etme kararındaydı. 

Cenevre Konferansında Türkiye'yi temsil eden Dışişleri bakanı Turan Güneş, yola çıkmadan önce Başbakan Ecevit'e bir parola vermişti: "Ayşe tatile çıksın." Bu söz konferansın sonuçsuz kaldığı anlamına geliyordu. Buradaki "Ayşe" Turan Güneş'in kızı, Prof. Dr. Ayşe Güneş Ayata idi. Cenevre'den gelen mesaj parolayı içeriyordu ve yine üç gün sürecek ikinci harekat başladı..

Bu parola öğrenildikten sonra "Ayşe tatile çıksın" sözü halk dilinde hızla popülerleşti. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" sözünün yerini almıştı. Üçüncü şahısların bilmesi istenmeyen mesajlar bu şekilde veriliyordu. Bazen "filanca yerde buluşalım" veya "sakın şöyle yapma" anlamı taşıyor, bazen çocukların yatma vaktinin geldiğini bildiriyordu. 

1975'te Ecevit ve Güneş, aileleriyle birlikte Kıbrıs'ı ziyaret ettiklerinde, onları karşılayan halk "Ayşe, Ayşe" diye tempo tutmuş, her gören Ayşe'yle fotoğraf çektirmek istemiş, bu kadar ilgiden gerilen genç Ayşe'nin Kıbrıs tatili zehir olmuştu..
(DERYA BENGİ- ERDİR ZAT, "100. Yılında Cumhuriyet'in Popüler Kültür Haritası-2 / 1950-1980", YKY, 2023, sf. 37)

3 Kasım 2025 Pazartesi

ŞAHLAR DA ÖLÜMLÜDÜR...

ŞAH 

Muhammed Rıza Şah Pehlevi İran'ın son hükümdarıydı.

İsviçre'de eğitim gören Şah Rıza Pehlevi, 1941 yılında baba Şah hayattayken tahta çıktı.

Başından üç evlilik geçti.

İlk eşi Fevziye ve ikinci eşi Süreyya hanedanın devamı için erkek çocuk doğuramadığı gerekçesiyle uzaklaştırıldı.

Üçüncü ve son eş Farah Diba ile 1959 yılında evlendi.

Üç kızı ve iki oğlu dünyaya geldi.

İran eski bir medeniyet, verimli toprakları ve zengin petrol yatakları olan bir ülke.

Rıza Şah babasından kalan ülkesini daha zengin ve modern hale getirdi.
Tarımda, sanayide hızlı gelişme sağladı.

"Ak Devrim" adıyla kalkınma programını hayata geçirdi.

Yollar, köprüler, hastaneler, havalimanları ve çeşitli yatırımlar yaptı.

Amerikan dostuydu. Daha sonra Avrupalı liderlerle de iyi ilişkiler kurdu.
İran halkının desteğini almıştı.

1957 yılında ABD'nin desteğiyle İran Gizli Polis Teşkilatı olan SAVAK'ı kurdu.

1961 yılında Millet Meclisi'ni kendine bağladı.

İsrail Devleti kurulunca, Türkiye'den sonra tanıyan iki müslüman ülkeden biri oldu.

Kendisine bağlı özel koruma ordusu kurdu.

Liyakatı değil sadakati ön plana aldı.

Yakın çevresini yandaş yalakalarla doldurdu.

Kendisine muhalefet yapan, eleştiren herkesi düşman gibi görmeye başladı.

Siyasetçi, yazar, gazeteci, akademisyen, aydınlar, sinema sanatçıları ve hatta film senaristlerini bile SAVAK kanalıyla baskı ve zulüm altına almaya başladı.

Haksız tutuklamalar, tehditler, şantajlar, faili meçhul cinayetler hızla artış gösterdi.

Yandaş basın yarattı ve sonunda kendi partisi olan Rastahiz (Diriliş Partisi) dışında bütün siyasi partileri kapattı.

Rıza Şah Pehlevi 1967 yılında kendini krallar kralı (Şehinşah) karısı Farah Diba'yı ise en büyük imparatoriçe (Şahbanu) ilan etti.

Şah, kendisini dünya lideri, İran'ı ise küresel güç olarak görmeye başladı.
Kibir ve gurur içinde, bütün dünya liderlerinin kendisini kıskandığını ve kendisine gizli hayranlık duyduğunu sanıyordu.

Saray'da ihtişam içinde, özel yetiştirilmiş gıdalarla beslenmeye başladı. 

Altın, mücevher ve süs tutkunuydu. 
Gösterişe ve itibara büyük önem veriyordu.

Rıza Şah Pehlevi aslında ülkesini soyuyordu.
Soygunu üç kanaldan yapıyordu.
1) Vakıf 
2) Banka 
3) Özel büro.

Kendisine bağlı çeşitli vakıflar hayır işleri yapıyormuş gibi gösterip milletin kene gibi kanını emiyordu.

İran'daki bütün bankalarda Pehlevi ailesinin parası vardı ama içlerinden bir tanesi özeldi ve bütün yurtdışı para transferlerini o kanaldan gerçekleştiriyordu. 

Ayrıca Merkez Bankası Şah'ın tam kontrolu altındaydı. 
Dövizlerde kur değişikliği, emisyon hacmi ve rezervlerde Şah'ın izni olmadan işlem yapılmıyordu.

Ve üçüncü ayak Özel Muhasebe Bürosu güçlü bir holding gibi çalışıyordu. İhaleler, finansman işlemleri, ekonomik bütün hisse hareketleri buradan yönetiliyordu. Petrol ihracatından önemli pay alıyordu. Dünyada 207 tane çok uluslu şirkette ortaklık vardı. Burası İran iş dünyasının kalbiydi. Ekonominin bütün verileri izleniyordu ve Şah'ın şirketi olarak tanınıyordu.

Gelelim filmin sonuna..

Şah, ailesi ve çok yakınlarından oluşan 20 kişilik bir grup 16 Ocak 1979 günü Tahran Havalimanı'ndan özel uçakla havalandı.

Bir çok ülkeye sığınma başvurusu yapmıştı.

Eğitimini yaptığı ve adeta ikinci vatanı gibi sevdiği İsviçre ret yanıtı veren ilk ülke oldu.

Aşık olduğu ikinci karısı Süreyya'nın yaşadığı ve kendisinin de çok sevdiği ve yaşamak istediği Paris'in Elysee Sarayı'ndan da ret cevabı geldi. Fransa'da Şah'ı istemiyordu. 

Fransa'nın yavrusu minik bir prenslik olan Monaco'dan da ret yanıtı geldi.

Şah'ı ve ailesini kimse istemiyordu. Oysa dünyanın pek çok ülkesinde bankalarda serveti yatıyordu.

Şah'ın en güvendiği ülkelerden Meksika ve Kanada yanıt verme zahmetine bile katlanmazken, İngiltere kısa bir açıklamayla Şah'ı kabul edemeyeceğini açıkladı.

Kendisini küresel lider gibi gören Şah açıkta kalmıştı.

Sonuçta ABD'nin efsane Dışişleri Bakanı Kissinger devreye girdi, Rockefeller ve Başkan Carter'ın aracılığıyla, Bahama Adaları Şah'ı sadece üç aylığına misafir edebileceğini açıkladı.

Şah ve yanındakiler Bahama'ya indi ve zor günleri başladı. 

Ancak üç ay dolmadan Bahama bu ünlü ailenin ülkeden çıkmasını istedi.

Tekrar Kissinger'e ricada bulundular ve geçici süre için Meksika'ya sığındılar.

Bu arada Güney Afrika Cumhuriyeti'ne başvurdular ve ret yanıtı geldi.

Panama ev hapsi koşuluyla Şah ve ailesini kabul etti.

O günlerde imparatoriçe Farah Diba Pehlevi Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın karısı Cihan'a telefon açıp, ağlayarak yalvardı ve acil yardım istedi.

Mısır, Pehlevi ailesini ülkesine davet etti.

Kadın dayanışması ve annelik hissiyatı bir aileyi kurtarmıştı. 

Mısır Devlet Başkanı Sedat, Şah ve ailesine Kahire'de bir saray tahsis etti ve Rıza Şah Pehlevi yaşama gözlerini kapadığı 27 Temmuz 1980 tarihine kadar burada yaşadı.

Pankreas kanserinden ölmüştü ve fırtınalı geçen hayatı 59 yaşında noktalanmıştı.

Şah'ın kişisel ve aile fertleriyle birlikte servetinin ne olduğunu hiç kimse öğrenemedi.
Halen de bilinmiyor. Ortada sadece tahminler var.

Humeyni yönetime geldikten hemen sonra Şah döneminde yurtdışına milyar Dolarlar aktaran 177 kişilik bir liste açıkladı. Bu listede bazı bakanlar, belediye başkanları ve kamu yöneticileri vardı. Bu liste buzdağının sadece görünen yüzüydü!.. 

Bir başka eylem.. Tahran'daki ABD Büyükelçiliği Humeyni döneminde 1979 Kasım ayında basıldı ve 52 Amerikalı rehin alındı. 

İran Hükümeti ABD'den Şah'ın kendisi ile kaçırdığı servetinden 36 milyar Dolar'ın İran'a iadesini istedi ancak ABD kabul etmedi.

Şah'ın ve ailesinin İran dışına ne kadar para kaçırdığı bilinmiyor. Zira farklı ve gizli, sahte isimlerle pek çok ülke ile vergi cenneti olarak adlandırılan bazı adalarda açılan binlerce hesap vardı.

Büyük diktatör Rıza Şah Pehlevi 59 yaşında öldü.

Mahsun prenses Süreyya tek başına yaşadı, 2001'de Paris'teki evinde öldü, mirasçısı olmadığı için tüm serveti devlete kaldı.

Son eş Farah Diba 1980 yılında dul olarak Kahire'den ayrıldı.

Çocuklardan Leyla 31 yaşında kokain ve ilaç komasına girerek öldü. 

Ali Rıza Pehlevi 45 yaşında başına kurşun sıkarak yaşama veda etti.

Pek çok ülkede yüzlerce bankaya transfer edilen paralar devletlerin hazine hesaplarına geçti ve bir masal noktalandı.

Savak yöneticilerinden eski bir polis şefi Pervez Sadeghi "Humeyni rejiminin başarısı kendisinden değil, Pehlevi dönemindeki soygunlar, yolsuzluklar, hukuksuzluklar ve haksızlıklardan kaynaklanıyor.." diyerek aslında geniş fotoğrafa dip notu koyuyordu.

Paranın gücüne inanarak kendisini ilah gibi gören kibirli insanlara Şah Rıza Pehlevi rol model olmalı ve ciddi bir hayat dersi çıkarılmalıdır.
Alıntıdır.

22 Ekim 2025 Çarşamba

İSTANBUL ŞEHRİNİN ORTASI...

İSTANBUL' UN ORTASINI TEMSİL EDEN TAŞ

İstanbul’un kalbi…
Kimi haritalarda çizgilerle, kimi gönüllerde anılarla belirlenir. Fakat Mimar Sinan, bu şehri yalnızca taşla değil, ölçüyle, dengeyle ve ruhla anlamaya çalıştı. Rivayete göre Şehzadebaşı Külliyesi’ni inşa ederken Eyüp’ten Sarayburnu’na kadar uzanan hesaplamalar yaptı; İstanbul’un tam ortasını buldu. Ve o noktaya bir taş dikti…

Bugün o taş, Şehzadebaşı Camii’nin güneydoğu köşesinde, sessizce geçmişi bekler. Üstü asfaltla kapanmış, altı görünmez olmuş ama hikâyesi hâlâ oradadır. Eskiden döndüğü söylenen yeşil somaki mermer sütun, artık dönmese de şehrin kalp atışıyla birlikte yaşar.

Evliya Çelebi de Seyahatnâme’sinde bu yere değinir:

“Bütün mühendisler, üçgen şekilli olan İstanbul’un ortası bu Şehzade Camii yeridir.”

Küfeki taşlarıyla örülü, Marmara mermerinden başlıkla taçlandırılmış bu küçük sütun, aslında bir medeniyetin merkezini temsil eder.
Yüzyıllardır yanlışlıkla porfir ya da granit sanılmış bu taşın asıl adı “Mısır pudingi”dir — Roma döneminde Nil kıyısındaki ocaklardan çıkarılıp İstanbul’a getirilmiştir. Antik çağın deyimiyle “Lapis Hexecontalithos”…
Yani “Altmış taşlı kaya”.

Belki artık dönmez,
belki kimse fark etmeden yanından geçer…
Ama o sütun, İstanbul’un ruhunun merkezine dikilmiş bir işarettir.
Bir mühendislik harikasının, bir şehrin ve bir çağın kalbidir o.

18 Ekim 2025 Cumartesi

TAKSİM ANITI


TAKSİM ANITI
( ile ilgili bilinmeyenler)
Belki bilmezsiniz ama Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün solunda iki Rus yer almaktadır.
Bu kişiler ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Sovyet KGB kurucusu Mihail Frunze.
Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar.
Ne yazık ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.
16 mart 1921 yılında özel törende Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyet’i ile Türkiye arasında “Dostluk ve kardeşlik sözleşmesi” imzalanmıştır. Bu sözleşmeye göre henüz kurulmamış Türkiye Cumhuriyet’ine Türk milletinin yabancı istilacılardan özgürlüğünü kazanabilmesi için 1878 yılından beri Rusya sınırlarına dahil edilen Kars, Ardağan ve Artvin bölgeleri verilmiştir. Sözleşmeye göre Rusya Türk halkına 10 milyon altın ruble ile askeri mühimmat hibe edecekti
Ağustos 1921’de Rusya Mikail Frundze’yi Türkiye’ye elçi olarak atamıştır. Frundze Türkiye’de Aralık 1921 ile Ocak 1922 tarihleri arasında bulunmuştur. Türkiye’nin bulunduğu ağır ekonomik durumunu ve içinden çıkamadığı savaşı Rus halkına ve Sovyet yönetimine ileten Frundze acilen Türkiye halkı için yardımının arttırılmasını istemiştir. Rusya bulunduğu ağır ekonomik durumuna henüz yeni biten iç ve dış düşmanlara karşı verilen savaşa rağmen Frundze’ye kulak vermiş ve yardımını esirgememiştir.
S. Aralov yazdığı hatıra kitabında Türkiye’ye gitmeden önce Lenin’in kendisine söylediği sözleri şöyle vermektedir.Lenin:
“Türk halkı özgürlük savaşını vermektedir. Merkez Komitesi oraya savaş sanatını bildiğiniz için yolluyor”.
Yabancı istilacılara karşı geçilecek taaruz öncesi hazırlık aşamasında 1922 Mart-Nisan aylarında Mustafa Kemal’in davetlisi olarak elçi S. Aralov, askeri ataşe K. Zvonaryov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’un katılımı ile tüm Türk silahlı kuvvetleri denetimden geçmiştir. Misafirler kara ve atlı birlikleri ziyaret etmiş, iki ordunun komuta merkezlerine gitmiş, Konya’da bulunan yedek ordunun denetiminde bulunmuşlardır.
Misafirlerin katılımı ile Türk Silahlı kuvvetlerin ilk yıldönümü kutlaması gerçekleşmiştir. Kutlamalardan sonra misafirler Türk askerlerine hediyeler dağıtmıştır. Hediyelerin üstünde Türkçe olarak “Sovyet Kızıl Ordusundan Türk Askerine” diye bir yazı bulunuyormuş.
16 Mart 1921’de imzalanan sözleşme çerçevesinde taarruz öncesi 1921-1922 yıllarında Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından Türkiye’ye 39 bin adet tüfek, 327 adet makineli tüfek, 54 top, 63 milyon tüfek mermisi, 147 bin top mermisi, giysiler vs getirilmiştir. Bunun dışında Rus Beyaz ordusunun 1918’de doğu sınırlarda bıraktığı tüm askeri muhhimat da Türkiye’ye getirilmiştir.
1921 yılında iki savaş gemisi “Jutkiy” (Korkunç) ile “Jivoy” (Canlı) Türkiye’ye hibe edilmiştir.
Rusya Hükümeti Ankara’da hala Makine Kimya olarak bilinen mermi üretim fabrikasının kurulması için tüm gerekli donanımı hibe etmiştir. Donanım ile birlikte çok miktarda hammadde de getirilmiştir ve Türk işçilere eğitim verilmiştir.
Bunun dışında Moskova’da imzalanan sözleşmeye göre Türkiye halkına vaad edilen 200,6 kg saf altın Sovyet diplomatik misyonun başında bulunan Y. Upmal-Angarskiy tarafından Türkiye Hükümetine teslim edilmiştir.
Mikail Frundze yetim kalan Türk çocuklarının barınması için kurulacak olan yetimhaneler için 100 bin altın ruble Türkiye Hükümetine Trabzon’da teslim etmiştir. S. Aralov ise Nisan 1922’de Türk Silahlı Kuvvetlerine ayrıca tipografi ve sinema aparatları için 20 bin lira hibe etmiştir. Aynı zamanda Aralov Rusya Hükümeti tarafından vaad edilen 10 milyon altın ruble yardımının son 3.5 milyonluk kısmını da Türkiye’ye geldiğinde beraberinde getirmiştir.
İki halkın kardeşlik bağları Lozan ön görüşmelerinde ve Lozan antlaşması esnasında daha da pekileşmiştir. SSCB Hükümeti 1922-23 yıllarında Türkiye’nin boğazlar üzerindeki tek başına hakim olması gerektiğinin tezini savunarak Türkiye’ye destek çıkmıştır.
Lozan antlaşmazından sonra Türkiye bağımsızlığını kazanmış tüm yabancı istilacıların Türkiye’den çekilmesi sağlanmıştır. TBMM Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir. 31 Ekim 1923’te SSCB Merkez Komitesinin başkanı M. Kalinin (Dönenmiş SSCB başkanı) Atatürk’e yolladığı teleğramda şunları söyledi:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerin Birliği halkları adına nihayi olarak despot monarşi rejiminin kalkması ve Türkiye Cumhuriyet’inin kurulması dolayısıyla kardeş Türk milletini ve dost Türkiye hükümetini sıcakça selamlıyorum. Sizi, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’yi, yabancı istilacılara karşı kahramanca savaşan Türk milletinin üstün yetenekli yönetici olarak Türkiye Cumhuriyet’inin Cumhurbaşkanı seçildiğiniz için tebrik ediyorum. Eminim ki, asla bağı kopmayacak halklarımız arasındaki dostluk zaman içerisinde gittikçe pekişecektir ve iki devletin de gelişmesine vesile olacaktır.”
Ağustos 1928’de açılan Türkiye Cumhuriyet Anıtı gelecek nesiller için Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları yer almıştır. İşte Atatürk’ün sağında yer alan Türk halkının kahramanları, Türkiye Cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan Kliment Voroşilov il Mikail Frundze:
Surits zamanında Voroşilov ziyareti esnasında SSBC ile Türkiye arasında dostluk ve işbirliği sözleşmesi imzalanmıştır. Bir çok kültürel ve siyasi gelişmelerde Türkiye ve SSCB birlikte hareket etmiştir.
Yeni bağımsız devletlerin gelişmesi adına, emperyalizm ve kapitalizm’den bağımsız olmak için SSCB birçok devlete elinden gelen yardımı üstlenmiştir. Sadece Türkiye’de Atatürk zamanında SSCB desteği ile birçok hafif ve ağır sanayi fabrikaları kurulmuştur.
İsmet İnönü’nün başında bulunduğu heyet 25 Nisan 1932’de SSCB’yi ziyaret eder. Kendisi burada 15 gün boyu 70 fabrikayı ziyaret ederken yanında bulunan tekstil uzmanları Şerif Onay ile Kamil İbrahim SSCB’de ta 9 Hazirana kadar kalarak SSCB’nin endüstrisini incelemişlerdir.
Heyetin Stalin’den istediği yardım kısa zamanda Türkiye’ye ulaşmıştır. SSCB kardeş Türk halkının kalkınması için gerekli çalışmaları tespit edecek heyeti göndermiştir. SSCB Devlet Gelişmesinin Planlama Enstitüsü başkanı Prof. Orlov’un başındaki heyet Türkiye’ye gelerek 22 Eylül 1932’de raporunu hazırlamıştır ve sunmuştur. Gitmeden önce İstanbul Üniversitesinde konferans veren Orlov şunları söyledi:
“Sevinçle emin oldum ki aklı ile enerjileri ile eğitimi ile Türk mühendisleri ne bizden ne de başka ülkelerdeki mühendislerden farklı değildir. Kendileri bize gayet iyi yardımcı olmuştur. Neden Avrupa’dan mühendis çağırdığınızı açıkçası anlamış değilim.”
21 Ocak1934’te imzalanan sözleşme ile SSCB Türkiye’ye verdiği 20 yıllık faizsiz kredi ile daha önce Prof.Orlov tarafından belirlenen Nazilli (Denizli) ve Kayseri mevkilerinde iki tekstil fabrikası kuruluşu kararlaştırılmıştır. Fabrikalar Sovyet mühendisler tarafından kurulmuş tüm teçhizat Rusya’dan getirilmiştir. Atatürk fabrikaların açılışını ölümünden bir ay önce yapmıştır.
Türkiye o dönemde Osmanlı’dan kalan borçların ağır yükü altında kalmıştır. SSCB halklarının yardımı ile Türkiye ekonomisi ilk defa nefes almıştır. SSCB Hükümeti yaptığı tüm yardımları para karşılığı değil barter yani değiş tokuş şeklinde yapmıştır. SSCB yaptığı yardımlar karşılığında Türkiye’nin ürettiği ürünleri almaya kabul ederek Türkiye’nin bu ürünleri dış pazarda satma zorluğundan kurtarmıştır. Türkiye eski sanayı bakanı Mehmet Turgut 1964’te yazdığı kitapta bu antlaşmayı Türkiye’de devletçiliğin başlangıcı olarak nitelendirmiştir. Fabrikalar Türkiye’deki ilk tekstil fabrikaları olmuştur. Fabrikalar kurulurken SSCB’de eğitim gören Türk işçileri ve mühendisleri kısa zamanda fabrikayı çalıştırır hale gelmişlerdir.
Aynı dönemde nihayı olarak TC Merkez bankası da Sovyetlerin yardımı ile kurulmuştur. Daha önce bu görevi üstleyen Ottoman bankası yabancıların elinde idi.
Sonraki dönemlerde SSCB benzer antlaşmalar çerçevesinde ta 1980lerin sonuna kadar Türkiye’de İskenderun, Karabük demir çelik fabrikaları dahil ilk demir çelik fabrikalarını, ilk petrol arıtım fabrikası TÜPRAŞ’ı, Mersin ve İskenderun limanları dahil bir çok liman, ilk Alüminyum fabrikasını, ziraat sanayisi, tarımcılık sanayisini ve bir çok alanda daha Türk halkının yardımına koşmuştur. Sovyetler sayısı 50 bini geçen Türk mühendisini ve işçisini eğitmiştir.
Dr İhsan Hanson

17 Ekim 2025 Cuma

ANAYASA

EN ESKİ TÜRK ANAYASASI
Bilge Kağan ve kardeşi Kültigin yazıtlarına kazılan Bilge Kağan yasaları en eski Türk Anayasasıdır.

Buna Türk "Töresi" denir. 

Madde 1: Tengri tektir.

Madde 2: Her kim ki, Tengri'den kut almak dilerse, başkasına yakarmasın.

Madde 3: Bir İl (ülke), bir Kağan, bir Tengri.

Madde 4: Bir kına iki kılıç girmez. Bir hatun iki er alamaz ve bir budunda iki töre olmaz. Töre tektir. Töre kesin ve keskindir. Kim ki, töreye uya kutlanır. Kim ki, töreye kıya katlanır.

Madde 5: Kimse töreden üstün değildir. Dirlik ve birlik için töre budur.

Madde 6: Bir çoban sürüsünden, bir er ailesinden, bir Kağan budunundan sorulur.

Madde 7: Her er eşine, atına, pusatına sahip çıkacak.

Madde 8: Ana-babaya ve ataya tazim (saygı) duyulacak.

Madde 9: Hısımına sarılacak, komşusunu gözetecek.

Madde 10: Er kişi yalan söylemeyecek.

Madde 11: Mal çalan, mülk çalan misliyle ödeyecek. Hesabı ya malıyla ya canıyla sorulacak.

Madde 12: Kim ki, bir ırza musallat olursa, canından olacak.

Madde 13: Her kim olursa olsun haksız, aldatıcı iş tutarsa hesabı hemen sorulacak.

Madde 14: Cenkten beri duran ya da kaçan tamuya (cehennem) uçacak.

Madde 15: Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek.

Madde 16: Başkaldıranın başı alınacak, hak isteyenin hakkı verilecek.

Madde 17: Kimse kimseye üstünlük taslamayacak. Ne ak etin karadan, ne karanın kızıldan, ne kızılın sarıdan farkı olmayacak.

Madde 18: Kin ve gururdan uzak olunacak.

Madde 19: Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak.

Madde 20: Zayıfa, yaralıya, çocuğa ve kadına el kaldırılmayacak.

Madde 21: Kızı isteyen Kağan da olsa, bey de olsa, kız istediğine verilecek.

Madde 22: Gereksiz yere ağaç kesmeyeceksin, suyu kirletmeyeceksin.

Madde 23: Bilmeyip de bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın.

Madde 24: Bugünün işini yarına bırakmayacaksın.

Madde 25: Kusur görmeyecek, kusur aramayacaksın.

Madde 26: Güçlüyken affet, zayıfken sabret.

Madde 27: Yazgına asi olma.

Madde 28: Yaptığın iyiliği unut, yapılan iyiliği unutma.

Madde 29: Herkes adaletle iş görecek.

Madde 30: Her ne edersen et, yargılanacağını her daim akılda tut.

Madde 31: Milletine yaban kalma. İpeğin iyisine, sözün güzeline kanma, onlara boyanma.

Madde 32: Kağan o dur ki, adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa, İl yok olur. İl olmazsa, budun kul olur.

Madde 33: Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin!

"Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin İlini ve töreni kim bozabilir?"

Kaynak: Bilge Kağan Yazıtı. Yazıtın dikiliş tarih: İS-730.

Yer: Ötüken-Moğolistan.
。🇦🇿。🇹🇷:...🇰🇿
🐺。\|/。🇲🇳
🇰🇬.....𐱅𐰇𐰼𐰰.....🇺🇿
🤘。/|\。🐺
。🐺。🇹🇲 。🇭🇺
🇹🇷𝗡𝗲 𝗠𝘂𝘁𝗹𝘂 "𐱅𐰼𐰇𐰰" 𝗗𝗶𝘆𝗲𝗻𝗲! 🇹🇷
                        "Türk"
     🇹🇷🤘🐺☪︎"𐱅𐰇𐰼𐰰"☪︎🐺🤘🇹🇷
                        "Türk"

12 Ekim 2025 Pazar

MANCACI...

MANCACI

Osmanlı İmparatorluğu'nda kedileri beslemek için vergiden muaf tutulan kişiler. Osmanlı toplumunda temizlik ve hijyene büyük önem veriliyordu. Özellikle cami, çarşı gibi umumi yerlerde farelerin çoğalması ciddi bir sorun teşkil ediyordu.
Bu nedenle bazı bölgelerde kedileri besleyerek çevrenin temiz kalmasına katkıda bulunan kişiler devlet tarafından ödüllendiriliyordu. Bu ödül vergi muafiyetinden ibaretti.
Kısacası, Osmanlı'da sokak kedilerini beslemek yalnızca hayvanlara duyulan bir sevgi eylemi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olarak görülüyordu.
Mancacı: Osmanlı İmparatorluğu'nda Sahipsiz Hayvanların Koruyucuları
İstanbul'un Ruhunda Yaşayan Kentsel Şefkat Geleneği
Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbinde, Arnavut kaldırımlı sokakları, camilerinin minareleri, tüccarların ve vatandaşların gelip geçtiği yerler arasında, bugün bile Türkiye'ye gelen ziyaretçileri büyüleyen bir gelenek gelişmiştir: Sokak hayvanlarının bakımı ve beslenmesi. Bu sorumluluk şansa bırakılmadı; Bu iş için özel bir adam vardı: Mancacı.
Mancacılar kimdi?
Mancacılar, sokak kedilerini, köpeklerini ve kuşlarını beslemekle görevli kişilerdi. Çalışmaları toplumun kendisi tarafından destekleniyordu: Vatandaşlar onlara para veriyordu veya hayvanları beslemek için doğrudan onlardan yiyecek satın alıyordu ya da sadece mancací'nin bunu onlar adına yapmasına güveniyordu.
Hayvansal gıdaları ifade etmek için kullanılan manca terimi, İtalyancada "yemek" anlamına gelen mangiare kelimesinden türemiştir. Bu dil ödünçlemesi, kelimelerin fikirler ve gelenekler kadar yayıldığı İmparatorluğun çok kültürlü zenginliğini yansıtıyor.
Manevi ve Sosyal Anlamı Olan Bir Eser
Mancacılar basit satıcılar veya bakıcılar değildi. Onun eserinin önemli bir manevi yükü vardı. Aç bir hayvanı doyurmak, özellikle İslam'ın kutsal günü olan Cuma günlerinde, bir hayır işi (hayr) sayılırdı. Camilerin önünde kedi ve köpeklere güvercinlere yem verir gibi yiyecek veren mancacılara rastlamak olağandı.
Fransız tarihçi ve yazar Catherine Pinguet, İstanbul'un Köpekleri adlı kitabında bu geleneğe dikkat çekerek, Osmanlı toplumunun hayvanları kentsel ve manevi yapının ayrılmaz bir parçası olarak nasıl gördüğünü analiz ediyor. Sadece hayvanların acı çekmesini önlemek değil, aynı zamanda tüm canlıların refahını günlük yaşama entegre etmek söz konusuydu.
Batılı gezginleri büyüleyen bir kültür
Osmanlı İmparatorluğu'nu, özellikle İstanbul'u ziyaret eden pek çok yabancı, hayvanlara yönelik muamele karşısında şaşkınlığa düşüyordu. 19. yüzyılda Avrupalı gezginler, Türklerin sokak köpeklerine karşı şefkatini, bu köpeklere çoğunlukla sadece onlar için ahşap evler yaptırdıklarını hayranlıkla anlatan yazılar yazmışlardır.
Sokaklarda "İşkembe, kelle, ayak, paça, mançaaa!" diye bağıran bir mancacıya rastlamak pek de sıra dışı değildi. Mancacıların sattığı malların arasında kasap artıkları, işkembe, kelle, ayak gibi ürünler de vardı. Bunlar atılmak yerine hayvanlara yem olarak veriliyordu.
Osmanlı Yüzyıllarından Modern İstanbul'a
Mancacı figürü 20. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. 1970'li yıllarda İstanbul sokaklarında, özellikle eski mahallelerde ve cami çevrelerinde bunlara rastlamak mümkündü. Kentin hızla büyümesi ve kırsaldan göçün artmasıyla bu gelenek zayıfladı. Milyonlarca yeni insanın gelişi, otomobilin yükselişi ve kültürel değişimler kentsel yapıyı ve sokak hayvanlarıyla olan ilişkisini değiştirdi.
Ancak Türkiye'nin ruhunda hâlâ hayvan sevgisi var. Osmanlı'nın mancacılarından kalma, içinde temiz su bulunan kaplar, kedilere mama konmuş kaplar, günün bir kısmını sokak hayvanlarına bakmaya ayıran insanlar görmek artık olağan bir durum.
İnsanlık Dersi
Mancacı'nın öyküsü, geçmişten gelen güzel bir anekdot olmanın ötesinde, güçlü bir medeniyet dersidir. Hayvan haklarının dünyanın birçok yerinde göz ardı edildiği bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nda toplumsal ve ahlaki bir özen ve saygı anlayışı gelişmiştir. Bu hikaye bizi, bir toplumun seviyesinin çoğu zaman en savunmasız olanlara nasıl davrandığıyla ölçüldüğünü hatırlayarak, diğer hayvanlara yeni gözlerle bakmaya davet ediyor.
(✍️Serhan O. Kocaman)

11 Ekim 2025 Cumartesi

KİM KİMDİR?


"Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda çıkan kemiklerin DNA analizleri şaşırtıcı gerçekleri ortaya koyuyor.

Herodot tarihi der ki;

M.Ö.625 yılında Zile yakınlarında Pers ordusu bir hile ile Saka/iskit ordusunu (Alper Tunga'yı) yenene kadar tüm Anadolu'ya Saka'lar hakimdi.

Saka'lar MÖ. 5. Yy.da Altından elbise yaparken, o tarihte ne Rus vardı, ne Alman ne de Fransız vardı.

Biraz daha geriye gidelim...

Sümerlere (yani orta Asyalı Kengerler)

Turukku'ya, "Türk" Turku krallığına gidelim...

Çünkü Anadolu medeniyetini kuranların eski Yunan Medeniyeti olduğu tezi bize yıllardır yutturulmuştu ya. Biraz öfkeliyiz bu tarihi yalanlara karşı!

Işte, şimdilerde dünya çapında Arkeoloji Profesörleri topraktan çıkardıkları kemiklerin DNA'larıyla o yöredeki köylülerin DNA'larını karşılaşınca şok geçiriyorlar çünkü DNA'ları yüzde 97 uyumlu.

Örneğin;

Antik Burdur -İsparta tarihi Ağlasun kazılarından...

Burdur ve Isparta'da ki SAGALASSOS uygarlığı da Ön-Türk uygarlığı çıktı.

Belçika LEUVEN Katolik üniversitesinden Prof. Dr. Matc WAELKENS, Ağlasun kasabasında yaptığı kazılar esnasında ortaya çıkan kemiklerin DNA’sını köylülerle karşılaştırınca şok oldu. Toprak altından çıkan 6-8 bin yıl öncesinin kemikleriyle çalıştırdığı işçi-köylülerin DNA'sı yüzde 97 aynı çıktı) yani onlar da Ön-Türklerin bir kolu olan SAGALASSOS çıktı.

Frigya'sı da böyle Yazılıtaş'ı böyle,

Urartu'su da böyle Hitit' i de böyle...

Eskiden Batılı Arkeologlar buluntuları çalıp çırpıp ülkelerine kaçırıp, Anadolu tarihini uyduruk Helen diye bize kakalasalar da bizimkiler de aksini ispat etmeyi başarıyor hele şükür...

buna bir örnek de Assos;

Assos'u kuranlar da Ön-Türklerin bir kolu Lelegler ve Pelasglar çıktı....

Ey Atatürk sen ne büyük adam çıkıyorsun her geçen gün böyle...

Teee Alacahöyük kazılarını yaptırdığında bunları söylemiştin, sana inanmayanlar utansın!

Kemalist tarih tezi diye küçümseyip kenara atılan "Türk Tarih Tezinin Ana Hatları" kitabını okullardan kaldırtanlar utansın!...

Anadolu uygarlığını eski Yunan'ın kurduğu tezi bize yutturuldu demiştik!

Oysa Helenlerin bile 3/4'ü Ön-Türk çıktı.

Ön-Türk Pelasglar ile Kuzey Batı Avrupa topluluğu olan Dorların karışımından oluşmuş Helenler.

Daha sonra da bu karışıma diğer Ön-Türk halkları Traklar ve Mekadonlar eklenmişti.

Sırada ne var?

Tabi ki Göbeklitepe Ön-Türk uygarlığıyla, Turukku Krallığı ve yine Urumiye deki Urmu teorisini de halkımıza öğreteceğiz..

S.N Kramer ile Prof. Osman Turan hoca,

Sümerce 'deki 950 kelimenin kökeni Türkçedir dedi ve batıda ki diaspora tarihçileri sus pus oldular....

Ahh bu kelimeler Türkçe değilde, örneğin; Yunanca yada Ermenice çıksaydıııı....

o zaman dünyayı ayağa kaldırırlardı...

Anladınız sebebini de değil mi?...

Sonuç:

Bugün Hun/Macarlardan,

Almanlara, İtalyanlardan (Etruksler=Ön-Türklerin bir kolu), İspanyol'a, hatta İngiliz ve İskoçlara kadar neredeyse tüm batı tarihini Sakalara /İskitlere bağlama telaşında...

Hemen hepsi köklerini Azerbaycan'ın Gobulistanına, Albania'sina, Gabanasına ve daha kuzeyine bağlamaya başladı...

çünkü biraz geri gidince tarihleri kökleri olmadığını öğrendiler.

Antik Yunan tanrılarının bile Mısırdan çalıntı olduğunu öğrendiler.(bunu ilk kez Herodot da demişti ama her ne hikmetse unutmuslardı...)

Batı artık "Kara Atena" yı yazdı...

tarihi ile yüzleşip köklerini Türklere bağlıyor....

Bu aslında iyi bir şeydir, ticari açıdan da tarihi bir firsat olabilir. İş bilenin demiş atalarımiz...

Artık Türklüğümüzle Atatürk gibi gurur duyabileceğiz, tabi Atalar kültüne inanan bizim gibi köklü hissiyatı olanlar duyacak... "

Bahtiyar Aydın.

26 Ağustos 2018 Istanbul

8 Ekim 2025 Çarşamba

TABAKHANE

'Tabakhaneye Bok Yetiştirmek' deyiminin Safranbolu'dan çıktığını biliyormusunuz...

Osmanlı döneminde deri tekeli Safranbolu'daydı. Tabaklanmayan deriyi satanlardan, o dönemin tüccarları alış veriş yapmazlardı. O dönem çok para kazanan Safranbolu'lu iş adamları Köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış, bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir. Safranbolu'da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği "sama" safhasında, taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulduğundan, tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, "sama" işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı ile yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş. Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek bokunda bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen, yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş. Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur.
Bugün bu tür dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yani kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş. "Tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini
bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak -belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden- günümüze kadar gelebilmiş.
Safranbolu'da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına;
"Dabbak mısın; it bokuna muhtaçsın" denirmiş...
.
Zonguldak Nostalji

23 Eylül 2025 Salı

Türk Hun Hükümdarı duası

Arapların putlara Perslerin ateşe taptıkları dönemden 800 sene önce, bir ve tek olan Tanrı’ya inanan Türk Hun Hükümdarları şu duayı okurlardı:

“Ulu Tanrı!
Her şeyi yaratan Tanrı!
Yenilmez, yıkılmaz, ölmez, bitmez, yitmez, yok olmaz Tanrı!
Suyu donduran, buzu eriten, buzdan su yürüten, sudan ırmak coşturan, ırmaktan göl dolduran, gölde balık gezdiren Tanrı!
Kuru derelere pınar koşturan, ota ağaca can yürüten, ottan ağaçtan çiçek çıkartan, çiçeklerden oğul veren, arıya bal yaptıran Tanrı!
Günümüzü aydınlatan, gecemizi yıldızlarla süsleyen Tanrı!
Bize yeni bir yıl veren Tanrı!
Bu yıl bize bol ver, bolluk ver!
Otumuz otlağımız bol ver!
Kulunlarımız kuzularımız bol ver!
Yapağımız yünümüz, yağımız sütümüz, peynirimiz, kımızımız bol ver!
Yağmurumuz suyumuz bol ver!
Avlağımız avımız bol ver!
Urısı, kızı oğulumuz bol ver!
Anamızı balamızı, oğulumuzu kızımızı, gencimizi yaşlımızı, bu Kara Yer üzerinde hepimizi kara çorlardan sakla, isizlikten bizi esirge Yüce Tanrı!
Yayımız yaman, okumuz şaşmaz, kılıcımız keskin kıl!
Yağının başını munsuz, bileklerimizi güçsüz, yüreklerimizi umutsuz koma!
Bahar geçsin yaz gelsin, yaz geçip güz gelsin, güz buduna yeğni gelsin!
Kuzumuz, kulunumuz, oğulumuz çok olsun!
TÜRK çoğalsın Acun üze bey olsun!
Aç, çıplak kalmasın, acun düzen dirlik bulsun!
Yer ve gök ülüşü için, atalarımız tini için sunduğumuz iduklarımızı una!
Yüce Tanrı!
TÜRK Budun ilsiz kılma, TÜRK Budun başsız kılma, TÜRK Budun töresiz kılma, Hun Budun yüzün yere vurma, TÜRK Budun tutsak kılma, hatun olacak kızlarımızı kun, bey olacak oğullarımızı kul kılma!
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
TÜRK budununu koru!”..
Kaynak : Ronald Cohn Jesse Russell, Tengriism,bookwika, VSD (1 Jan. 2012)
Alıntı.

21 Eylül 2025 Pazar

BOŞNAKLAR & PEÇENEKLER

BOŞNAKLAR TÜRK MÜ?
PEÇENEKLER İLE BOŞNAKLARIN BAĞI NEDİR?

Peçenek adının aslı Pesenek'tir. Ön Türkçe (Etrüskçe) PESEN sözü basan anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçesinde hâlen yaşayan “pes etmek” ve “pestil olmak” gibi sözler buradan kalmadır. PESENEK adı, BASANAK yani basan; yöneten; yönetici anlamına gelmektedir. Peçenekler daha sonraki yüzyıllarda kendilerini hem PESENEK hem de onun evrilmiş biçimi BASANAK olarak adlandırmışlardır. Bu ad Latinceye Pasinacae ya da Bisseni, Yunancaya Patzinakoi, Arapçaya Bacanak ve Macarcaya da Besenyök olarak geçmiştir. Balkanlar'daki Peçenekler Slavlarla karıştıktan sonra kendilerini BASANAK sözünün Slavcalaşmış biçimi olan BOSANATS ve BOSNİYAK olarak olarak adlandırmışlardır. Bunlar Boşnaklardır.Peçenekler 10. yüzyılda Karadaniz'in kuzeyinden batıya yönelmişler ve Karadeniz'in kuzeyi ile Balkanlarda 11. yüzyılın sonlarına kadar önemli bir güç olmuşlardır.

 915 yılında Özi-Kubat bölgesinde yaklaşık 150 yıl (916-1065) Hanlık olarak örgütlenen Peçenekler, Ruslarla savaşarak onlara ağır darbeler vururlar. 915 yılında başlayan ve 1036 yılına kadar süren Peçenek-Rus savaşları, Ruslara ağır kayıplar verdirir. 944-1090 arası Peçenekler aralıksız Bizans'a saldırırlar, 1048 yılında Tunayı geçerek Bizansa akınlara başlarlar.

 1050 yılında Edirne'yi kuşatan Peçenekler, 1051 yılında da Bizansı istila ederler. 1053 yılında da Bizansı ağır bir yenilgiye uğratırlar. 1065 yılında Peçenek Hanlığı yıkılır. Ancak 1090 yılında Büyük Çekmeceye kadar gelirler ve bu sırada İstanbul’u almak isteyen Çaka Bey ile anlaşırlar. 
Bizans Devleti Kumanlardan yardım ister. Bizansın, Balkanlar'a gelmiş olan Kumanlarla anlaşması sonucu, Meriç kıyısında Kumanlar ve Peçenekler savaşa tutuşur. Peçenekler ağır bir yenilgi alırlar. Bu olaydan sonra Peçeneklerin bir kısmı Bizans Devleti'nin isteğiyle Selçuklular’a karşı Anadolu’ya yerleşmiş, ancak Malazgirt Savaşı'nda Bizans ordusunun önemli bir kısmını oluşturan Peçenekler saf değiştirerek savaşın kaderini belirlemişlerdir. Diğer bir bölümü ise Macaristan’a çekilerek Macarlarla karışmış, bir kısmı da Balkanlar'a yerleşerek bir süre daha varlıklarını sürdürmüş ve daha sonra Slavlarla karışarak Boşnak halkını oluşturmuştur. İlk Boşnak beyliği 1250 yılında Macaristan'a bağlı olarak kurulmuş, 1377'de bağımsız bir Krallığa dönüşmüştür. Bu Krallık daha sonra Hırvatları ve Sırpları da kapsayan bir krallık haline gelmiş, 1463 yılında da Osmanlı egemenliğine girmiştir.

TÜRKLERİN GERÇEK TARİHi
Arif Cengiz Erman
Aşağıdaki fotoğraf Bosna'daki Peçenek mezarlarıdır.

10 Eylül 2025 Çarşamba

HASAN TAHSİN

Rumlar hep bir ağızdan, "Türklere ölüm, Türklere ölüm" diye bağırıyorlardı. Birlikte Yunan milli marşını okudular. Törenden sonra Efsun Alayı, önünde Alay komutanı, sancağı ve sancaktan daha büyük Yunan bayrağıyla yürüyüşe geçmişti. Rum kızları, Yunan yürüyüş kolunun her iki tarafına kordon oluşturmuşlar yürüyorlardı. Efsun Alayı, kilise çanlarının sesleri, mavi beyaz elbiseler giyinmiş Rum kızlarının şarkıları arasında Kordon boyunda ilerliyordu, üstü otel ve altı kahve olan adına da Askeri Otel denilen yapının önünden geçiyorlardı, yaya kaldırımında sıralanmış halkın arasından hızla ilerleyen ince, uzun, siyah takım elbiseli yağız delikanlı dehşetten titreyen eline hâkim olabilmek için diz çöktü, Alay Kumandanı İstavriyanopolis'in arkasından yürüyen dağ gibi sancaktarının alnına nişan aldı,  elinde revolver toplu tabanca vardı. Gür sesiyle,
"Olamaz, böyle güle oynaya giremezler" diye bağırıyordu. 
Tetiğe bastı peş peşe... Efsun alayının sancaktarı boğuk bir sesle atının sırtından karpuz gibi düştü yere. Adeta zaman durmuştu. Önce sessizlik, sonra panik yaşandı. Yunanlılar denize doğru kaçmaya başladı. Efsun taburu yüz geri ederek darmadağın rıhtımdaki toplanma noktasına doğru kaçmaya başladı. Bu kaçış görülmeye değerdi. Efsunların püskülleri, ufki bir vaziyette arkalarında uçuyordu. Bu Hukuk'u Beşer gazetesi başyazarı Osman Nevres Bey'den başkası değildi. Bir tabanca sesi bütün bu zafer ve bayram havasını paniğe uğratmıştı. Genç gazeteci, bu panikten yararlanarak hemen yan sokağa sapmış, iki üç yüz metre kadar gerilemişti. Genç adam tabancasının kurşunları boşaldıktan sonra yaklaşan Efsunlara cebindeki bombayı da savurdu. Uzun ve kuvvetli kolu ile savurduğu bomba, arkadan gelenlerin hemen yanı başlarında patlayarak onları bir süre durdurdu. Genç adam bu ara bir evin penceresinden kendisini gözyaşları ile seyreden yaşlı bir kadın gördü. Osman Nevres Bey'in mermisi de bitmişti. 
"Nine, gördün ya" dedi."
Yarın ahirette şahidim sen ol, kurşunum tükendi, onun için geri gidiyorum. "Bunu söyleyerek artık büyük kaçışına başlamaya karar verdiği anda sokağın başında bir anda, vızıldayarak birçok kurşun geldi, bir kaç saniye ayakta kalabildi, dudaklarında bir tebessüm ve yüzünde bir rahatlık vardı. Sonra, dizlerinin üzerine düştü. Daha sonra ellerini, avuçlarını açarak kaldırım taşlarını tuttu. Yavaş yavaş yere kapandı. Sanki İzmir'i sımsıkı kollarının arasına almış, yurdumun topraklarına sarılmıştı arka üstü düştü, birkaç kez çırpındı, yarı yüzükoyun döndü."
Yalnız olduğunu anlayan Yunan işgalciler etrafını sardı, yerde yatan Osman Nerves'e ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine gelirse, orasına... Şehit olmuştu Osman Nerves, henüz gençliğinin baharında.
Asıl adı Recep oğlu Osman Nevres olan Hasan Tahsin'in Konya Yörüklerindendi. Ailesi Balkanların Türkleştirilmesi politikası çerçevesinde asırlar önce Anadolu'dan Selanik'e yerleştirilmişti. Osman,  ilk önce Mustafa Kemal'in de okuduğu Şemsi Efendi Okuluna gitti, sonra Selanik Feyziye Mektebi'ni bitirdi. Zeki, çalışkan ve lider ruhluydu. Hocalarının ve okul müdürü Cavit Bey'in dikkatini çekmişti. Siyasal bilgiler eğitimi almak üzere Fransa'ya gönderildi. Burslu olarak Paris Sorbonne Üniversitesi'nde siyasal bilimler öğrenimi gördü. En yakın arkadaşları, daha sonra şair olarak ünlenecek olan Yahya Kemal ve Şeyh Şamil'in torunu Hamza Osman Erkan'dı.
Bir pazar tatilinde İsviçre'de sinemaya gitmişti. Film 1911 Türk-İtalyan savaşını konu alıyordu ve İtalyanları yüceltirken Türkleri aşağılıyordu. Dayanamadı, yanından hiç ayırmadığı tabancasını çekti ve sinemayı boşalttı. Büyükelçiliğin müdahalesiyle kurtulmuştu. Bu onun sıktığı ilk kurşundu.
Birinci Dünya Savaşı çıkınca diğer öğrencilerle birlikte o da yurda döndü. Bu sıralarda İngiliz siyasetçilerinden Buxton Biraderler Balkanlar'da Osmanlılar aleyhine yoğun faaliyetlerde bulunuyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa onu Buxtonların öldürülmesiyle görevlendirdi. Temin edilen bir gazeteci kimliğiyle Bükreş'e gitti. Hedefini vurdu fakat öldüremedi. Bu onun sıktığı ikinci kurşundu. Cezaevinden ordularımızın Bükreş'e girmesiyle kurtarıldı ve İstanbul'a geldi.
İzmir'de on yedi yaşındaki kız kardeşi Melek Hanım'la beraber kalıyordu. Değişik adlarda gazeteler çıkartıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa üyesi bir yarbayla Ege'nin iç kesimlerine sık sık gidiyor, Yunanlıların İzmir'e çıkma ihtimaline karşı hazırlıklar yapıyordu. Çalıştığı gazetede en son,
 "Bu vatan ya bizimdir ya hiç kimsenin onu ancak Allah'a veririz o da insansız olarak" diye yazmıştı.
15 Mayıs sabahı İzmir rıhtımına ayak basanları yerli Rumlar çılgın sevinç gösterileriyle, bir vatansever de kurşunlarıyla karşılar. Bu onun sıktığı üçüncü ve son kurşundur. Orada süngülerle delik deşik edilerek şehit edilmişti.
O Alaybeyoğlu Recep'in oğlu Osman Nevres'ti. Türk basınının yüz akı, gurur kaynağı Hasan Tahsin'di. Hasan Tahsin Osman Nevres'in Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Bükreş'e gönderildiğinde kendisine verilen kimlikteki adıydı. O günden sonra hep o ismi kullanmıştı ve bugün de herkes o isimle kendisini tanıyordu.

5 Eylül 2025 Cuma

TANK DAĞA NASIL ÇIKMIŞ...?

1974 Kıbrıs Barış Harekatı zamanında bir Türk tankı Beşparmak Dağı’nın zirvesine kadar tırmanıp orada kalmıştır ve bir de hikayesi vardır.
Görüldüğü gibi Beşparmak Dağları dümdüz Kıbrıs (Meserya) ovasında sarp ve duvar gibi tek dik engeldir. Dağdan, Girne sahili uçaktan görünüyormuş izlenimi verir. Bu doğal engeller üzerinde kurulu Rum mevzileri ve beton korunakları ağır ateş altında 24 saatte ele geçmiştir. Batılı askeri uzmanlar mevcut mevzilerin mükemmel tahkimatı nedeniyle 6 aydan önce düşmeyeceği raporunu vermişlerdir. Bu tank, Türk’e has atılganlık ve cüretkarlığın kanıtlanmış bir örneği ve simgesidir.
2 Ağustos 1974 günü yapılan Lapta muharebelerinde düşmanı yan ve gerisinden vurmak için görevlendirilen özel kuvvette görevli olan bu tank; sarp araziyi aşarak görevini yerine getirmiş ancak düşman ateşi ile ağır hasara uğrayarak yanmış ve burada kalmıştır. 
Birliğin komutanı, tankın sürücüsü kahraman askere:
-Evladım bu tankı buraya nasıl çıkardın? diye sorar;
-Komutanım, o anda gözlerimin önünde engelsiz dümdüz bir yol göründü, Rumlar kaçıyor.Ateş ede ede buraya çıktım!
Komutan Mehmetçik’e emreder. – Tankı indir!
Er cevap verir; -O yolu(O günkü şartlar) görmeden nasıl indirebilirim komutanım?
Ve o tank halâ o dağın zirvesinde durmaktadır.
Tank komutanı: Tnk. Ütğm.Mahmut ŞANLITÜRK, 
Tank Mürettebatı: Onbaşı Gürler ERDAĞ, 
Er Abdülkadir KURT, 
Er Recep DOĞANYİĞİT.

31 Ağustos 2025 Pazar

BİR YILLIK ZAMAN

ULUĞ BEY 

1393-1449 yıllarında yaşamış olan Matematikçi Türk Bilim insanı Uluğ Bey. Timur'un torunudur. Zamanında hükümdarlık yapmış ve bilge hükümdar ünvanı almış bir bilim insanı.

Dünya'nın Güneş etrafındaki tam turunu kurduğu rasathanede yaptığı gözlem ve hesaplamalar ile bulmuş ve günümüz astronomi değerlerine oldukça yakın değerlere ulaşmıştır.

Uluğ Bey, bir yılın uzunluğunu 365 gün 6 saat 10 dakika 8 saniye olarak belirlemiştir. Modern ölçümlere göre de 365 gün 6 saat 9 dakika 9.6 saniyedir; aradaki fark 1 dakikadan azdır. Modern gözlem ve ölçümler olmadan yapılan bu hesaplama tüm insanlık tarihinin en iyi ölçümüdür.

Ayrıca Tanjant ve sinüs cetvellerini Uluğ Beyin' oluşturduğu yönünde bilgiler de vardır.

Alıntıdır

22 Ağustos 2025 Cuma

TÜRK DİLİ DALLARI

TÜRK DİLİ DALLARI:
Türk dilleri, Altaic dil ailesinin bir koludur. Doğu Avrupa'dan Sibirya ve Batı Çin'e kadar geniş bir alana yayılmış insanlar tarafından konuşulan yakın ilişkili bir dil grubudur. Tüm Türk dilleri fonoloji, morfoloji ve söz diziminde birbirine yakın benzerlikler göstermektedir, ancak Çuvaş ve Sakha (Yakut) diğerlerinden oldukça farklıdır. Altaic ailesinin Türk kolu, dil sayısı ve konuşmacı sayısı bakımından üç şubenin en büyüğüdür. Çoğunlukla coğrafi konumlarına göre beş gruba ayrılır. 50.000'den fazla konuşan olan diller aşağıda listelenmiştir.
***
Güneybatı (Oğuz)
Türk (Osmanlı Türkçesi) – 84,98 milyon [2022] (Türkiye)
Horasani Türkçesi - 500.000 (İran)
Balkan Gagauz Türkçesi – 134 535 [2014] (Türkiye)
Gagauzlar – 173.000 (Moldova)
Güney Azerbaycan - 24.4 milyon (İran)
Kuzey Azerbaycan - 11 milyon (Azerbaycan)
Türkmenler – 6.4 milyon (Türkmenistan)
Qaşkai (Qashqai) – 1.5 milyon (İran)

Kuzeybatı (Kıpçak)
Kazak – 20,2 milyon (Kazakistan)
Kırgız - 7.1 milyon [2024] (Kırgızistan)
Karakalpak – 409.000 (Özbekistan)
Nogai – 69.000 (Rusya)
Karaçay-Balkar – 242.000 (Rusya)
Kumyk – 282.000 (Rusya)
Kırım Türkçesi - 190.000 (Özbekistan)
Tatar – 4,3 milyon [2024] (Rusya)
Başkır – 4 milyon [2024] (Rusya)
***
Kuzeydoğu (Sibirya)
Hakas - 528,175 [2024] (Rusya)
Tuvin – 337.544 [2024] (Rusya)
Sakha/Yakut – 1 million [2024] (Russia)

Güneydoğu (Uygur-Çagatai)
Kuzey Özbekistan – 36.9 milyon (Özbekistan)
Güney Özbek - 2 milyon (Afganistan)
Uygur – 7,6 milyon (Doğu Türkistan, Çin)
Salar – 361.000 (Çin)

Oldukça farklı
Çuvaş – 1.8 milyon (Rusya, Volga bölgesi).
Türk dilleri dilsel olarak birbirine oldukça benzer. Lehçeler zincirleri oluştururlar, bitişik çeşitler karşılıklı anlaşılabilirdir. Orta Volga bölgesinde konuşulan sadece Chuvash, diğerlerinden oldukça farklıdır.
***
Durum
Altı Türk dili kendi ülkelerinde resmi statüye sahiptir.
Azerbaycan - Kuzey Azerbaycan
Kazak - Kazakistan
Türkmenistan - Türkmenistan
Özbek - Kuzey Özbekistan
Türk - Türkiye
Kırgız - Kırgızistan.
***
Ses sistemi
Türk dillerinin çoğunun ses sistemleri birçok ortak özelliği paylaşmaktadır.
Sesler
Tipik bir Türk sesli sistemi, ön sesli harflerin yuvarlak veya yuvarlak olabildiği Türk sesli harflerine benzer. Sesler kısa veya uzun olabilir. Ses uzunluğu kelimenin anlamını farklılaştırır. Türk dillerinin ortak özelliği sesli harf uyumudur, hangi sesli harflerin birbirinin yanında bulunabileceği kısıtlamaları içeren fonolojik bir süreç türüdür. İki çeşit sesli harf vardır - ön sesli harfler, ağzın önünde üretilir, örneğin /i/, /e/ ve arka sesli harfler, örneğin /a/, /u/, /o/. Yerli Türk kelimeleri sadece ön veya arka sesli harfleri içerebilir ve tüm sonek ve yazılar kendilerinden önceki hecenin sesli harfine uymalıdır. Örneğin, bir kelimenin başındaki sesli harf, o kelimedeki diğer sesli harflerin asimilasyonunu tetikleyebilir, örneğin Türkçede, ev – «ev» + -ler «çoğul» evler «evler», çocuk – «çocuk» + -ler «çoğul» çocuklar «çocuk» demektir. İlk örnekte, tüm sesli harfler ön sesli harflerdir. İkinci örnekte çocuklar'daki tüm sesli harfler arka sesli harflerdir.

Sessiz harfler
Türk dilleri kelimelerin başında ya da sonunda sessiz kümelere izin vermez. Türk dillerinde çoğunlukla ağız boşluğunun arkasında üretilen çeşitli sessiz seslere sahiptir, yani velar, uvüler ve glottal sessizlere sahiptir. Sesli duraklar ve dertler sözün bittiği yerde ayrılıyor, örneğin Kırgızca kitebi «kitap» (suçlu durum) kitep «kitap» olur.
Stres
Kelime stresi çoğu Türk dilinde son heceye düşme eğilimindedir, ancak birçok doğu dilinde, örneğin Kazakça ve Uygurca başlangıçta bir stres vardır.
Dilbilgisi
Tüm Türk dilleri bazı ortak özellikleri paylaşır. Bunlar aglutinatiftir. Agglutinatif dil, her bir yazı tipik olarak bir anlam birimini temsil eden bir dildir, örneğin «geçmiş zaman», «çoğul», veya «maskülen». Bu etiketler birbirine karışmaz ve şekil değiştirmez. Birbirlerine bir iple eklenirler. Örneğin, Türkçede evlerimde «evimde», -ler «çoğul sonek», im «my», ve de «in»'den oluşur.
***
İsimler
Tipik bir Türk isim sistemi, tüm Türk dillerinde temsil edilebilecek veya edilemeyen şu özelliklere sahiptir: tekil ve çoğul. İsim ve zamirler için en fazla yedi vaka: aday, genittif, belirleyici, suçlayıcı, yersel, ablatif, enstrümantal. Vakalar, biçimleri sapın ön sesli harf, arka sesli harf, sesli bir sessiz veya sesli bir sessiz bir sessiz harfle bitmesine bağlı olan kısım sonekleri ile işaretlenir. Kesin bir makalenin olmaması. Dilbilgisi cinsiyetinin olmaması. Resmi olmayan ve resmi ikinci kişi zamiri arasındaki fark. Üçüncü şahıs zamirlerinde cinsiyet ayrımı yoktur: ol «he, she, it» anlamına gelir.

Yazıyor
Orkhon senaryosu
8. yüzyıl anıtlarındaki Orkhon yazıtları, Türk alfabesinin bilinen en eski örnekleridir. Kuzey Moğolistan'da Orhon Nehri vadisinde 1889 yılında keşfedilmiş ve 1893 yılında deşifre edilmiştir. Anıtlar Türk prensi Kul ve kardeşi imparator Bilge Han'ın onuruna dikildi. Yazıtların metninde Türklerin kökeni, Çinliler tarafından boyun eğmelerini ve Bilge Han tarafından kurtuluşlarını anlatmaktadır. Orkhon yazıtının dıştan runik alfabeye benzer çünkü her ikisi de keskin bir aletle taş üzerine oyulmuşlardır. Arapça yazı genellikle 1920'lerin başlarına Latin yazısının Türk halkına tanıtıldığı zamana kadar tüm Türk halkları tarafından kullanılmıştır. Türkiye 1928 yılında değiştirilmiş Latin yazısını resmen kabul etti. 1939'dan sonra Latin yazı Sovyetler Birliği'nde neredeyse tamamen Kiril alfabesinin değiştirilmiş formları ile değiştirildi. Bugün hem Kiril hem de Latin yazıları eski Sovyet Cumhuriyetlerinde kullanılıyor. Günümüzde arapça yazı İran, Çin ve Arap ülkelerinde Türk dilliler tarafından kullanılıyor.

Fiiller
Oldukça tipik bir Türk fiil sistemi, tüm Türk dillerinde bulunabilecek veya bulunmayan şu özelliklere sahiptir: Her zaman bir dilbilgisi kategori kanıtlaması gereklidir. Verilen bir ifade için kanıt olup olmadığını gösterir. Türk dilleri doğrudan bilgilendirme üç kişi: 1., 2., 3.; üç zaman: bugün, geçmiş, gelecek. Yedek fiiller beş ruh hali oluşturmak için kullanılır: göstergeli, şüpheci, zorunlu, şartlı, subjonktif; iki ses: pasif geçiş ve pasif geçişsiz fiiller için farklı formlarla aktif ve pasif; sorgulayıcı ve olumsuz formlar için oldukça karmaşık kurallar. Kelime sıralaması: Türk dillerinde kelime sıralaması tipik olarak Konu-Nesne-Fiildir. Bağlam gerektirirse başka permütasyonlar mümkündür.
Alıntı

10 Ağustos 2025 Pazar

UMUMİ TUVALETLER - W C

Buldan Tripolis, Denizli 
Antik çağda umumi tuvaletlere, 'latrina' denirdi..

Burada sadece tuvalet ihtiyacınızı gidermez, ayrıca sohbet imkânı da bulurdunuz. Aynen günümüz cafeleri gibi...Boşaltım sırasındaki sesleri duymamak için Latrina'nın ortasındaki süs havuzundan yararlanılırdı. Suyun şırıltısı boşaltımın gürültüsünü bastırmak içindi. Kötü kokuları önlemek için de güzel kokan bitkilerden bir köşe bile yapılıyordu. Efes Antik kentinde ise sürekli lir çalan bir kadın sanatçı bile vardı. Kış günleri kentsoylular köleleri ile Latrinaya giderlerdi. Önce köle işini görürdü. Köle soğuk mermeri ısıtır, böylece efendinin poposu ısınmış mermere değmiş olurdu.

8 Ağustos 2025 Cuma

BİLİM İNSANLARIMIZ

Bize okulda kafasına elma düşen, hamamda duş alan vs. vs. adamları anlattılar da Avrupa'nın 600 sene üniversitelerinde okuttuğu kitaplarımızı, eserlerini anlatmadılar.
Âlimlerimiz....
1. Akşemseddin: Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu bulmuştur.
2. Ali Kuşçu: Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazmıştır.
3. Ebul-Vefa: Trigonometri’de tanjant, cotanjant, sekant, kosekant ’ı bulan büyük alimdir.
4.Biruni: İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etmiştir.
5. Ebu Kamil Şü’ca: Avrupa'ya matematiği öğretmiştir.
6. Ebu Ma’şer: Med-Cezir (Gel-Git) olayını ilk o bulmuştur.
7. Battani: Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifidir.
8. Cabir Bin Hayyan: Atomun parçalanabileceği ve sonuçları hakkında ilk kitabı yazmıştır. Atom bombasının fikir babası ve kimya biliminin atası büyük alim... 
9. Cezeri: 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır. 
10. Demiri: Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.
11. Farabi: Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır. 
12. Gıyasüddin Cemşid: Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o bulmuştur.
13. İbn Cessar: Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıklamıştır.
14. İbn Hatip: Vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.
15. İbn Firnas: Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.
16. İbn Karaka: 900 sene önce harika bir torna tezgahı yapmıştır. 
17. İbni Türk: Cebirin temelini atan bilginlerdendir. 
18. İdrisi: Yedi asır önce bugünkü ne çok benzeyen dünya haritası çizmiştir. 
19. İbni Sina: Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutmuştur. Tıbbın babasıdır. 
AVRUPA'ya göre adı: AVICENNA’dır !..
20. Kadızade Rumi: Yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarlamıştır. 
21. Kambur Vesim: Verem mikrobunu R. Koch’tan 150 sene önce keşfetmiştir. 
22. İbnünnefis: Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir. 
23. Piri Reis: 400 sene önce bugünküne en yakın haritasını çizmiştir.
Yıl 1913 Gülhanede bilimsel araştırma kurumu olan 
BAKTERIYOLOJIHANE-İ Osmaniyenin çalısmaları dünya çapında üne sahipti.

Öyle ki : Bu kurumda 

1) difteri serumu üretimi  
2) dizanteri serumu üretimi
3) tüberkülin üretimi 
4) mallein testi üretimi 
5) tifo aşısı üretimi yapılmaktaydı.

28 Temmuz 2025 Pazartesi

BASMA, FİSTAN, PAZEN...

Azra Akın’ın 2002’de dünya güzeli seçildiği geceden yıllar sonra Cemil İpekçi ile yapılan söyleşi:

Azra bana geldi, çok güzel bir kızdı. ‘Bana ne dikeceksiniz’ dedi. Ama o kadar saygılı düzgün bir kız ki anlatamam. Ben de ona ‘pazen dikeceğim sana’ dedim. 

Dünya güzeli seçildiği gece giydiği kostümdeki işlemeleri tek tek elimle yaptım. Elbisenin üzerinde plastikler var, onları tek tek kestim.
 Bir de çizme yaptım, kostümüyle aynı tarz.. 

O gece 100 jüri vardı 100’ü de çizmeye tam not vermiş. Elbise ile Azra çok bütünleşti. 
Ben Azra’nın elbisesini 3 haftada hazırladım. Beni dikişten çok kulağındaki takı oyaladı. 

Çünkü onu tek tek kestim, o zaman 1.5 liraya almıştım o plastikleri. Bu elbisenin maliyeti 12.5 lira kumaş desek, boncukları, plastikleri falan hepsi 20 lira tutmuştu. Bu kostüm "en iyi kostüm" ve "en iyi tasarım" ödülünü aldı. 
Azra da bana gıkını bile çıkarmadı. 

Çok önemli bir gece sonuçta. Ben o pazeni diktikçe Azra mutlu oldu ve hak ettiği birinciliği aldı. O kostüm Azra'da şu an, saklıyor. "Azra Akın'ın bu elbisesi Sümerbank basmasından dikilmişti. Azra Akın 2002 Dünya Güzeli seçildi. 

Ayrıca Londra'da yapılan yarışmada, Azra Akın'ın final gecesinde giydiği, Cemil İpekçi'nin diktiği Anadolu kültürünü yansıtan kırmızı basma elbise, “En İyi Giysi”seçildi. İngilizler üzeri çiçekli basmaya hayran kaldı. 

Ve fakat bilmiyorlardı ki: Türkiye'nin güzide kamu kuruluşlarından, 66 yıl ürettiği rengarenk basmalarla ülkeyi baştan başa süsleyen Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası‘nın kapısına kilit vurulalı henüz 24 gün olmuştu.

22 Temmuz 2025 Salı

İKİ ASKERLİ TÜRK ORDUSU...

AVUSTRALYA'YA SAVAŞ AÇAN İKİ TÜRK ASKERİ

Avustralya Devleti, Çanakkale savaşlarından önce ilk resmi savaşını iki Türk ile yapmıştır.

Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder… 
Osmanlı Devleti 350 adet denizci levent ile Hindistan’a yardıma gider. Buradaki savaşlarda 40 kadar Türk esir düşer. Savaş bittikten sonra İngilizler, bu 40 Osmanlı esir askerini gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri bir yolunu bulup gemiden kaçarlar.
Esas hikaye bundan sonra başlar…

Abdullah ve Mehmet adındaki bu iki Türk, Avustralya’da kendilerine yeni bir hayat kurarlar. İşleri ve kazançları iyidir ama onların kulağı sürekli Anadolu’da ve memleketlerindedir… Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, Ortadoğu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk yurtları…

İşte tam bu sırada (1915) Avustralya hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verir. Bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar. Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:
“Sayın Avustralya yetkilileri…
Biz iki Türk askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlı'ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Türk askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir “Osmanlı savaş fermanı“dır. Avustralya’ya duyurulur.”

Avustralyalı yetkililer bu mektubu alırlar, okurlar ancak önemsemezler…

İki Osmanlı askeri, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah, Sidney’in 250 km uzağında “whıte rock” denilen bölgede siper alırlar. Avustralyalı yetkililer Çanakkale’ye gönderilmek üzere asker ve silah toplayıp, tren ile buradan limanlara sevk etmektedir. Dondurmacı Abdullah’ın beyaz gömleği vardır, kasap Mehmet’in de kırmızı önlüğü… Gömlek ve önlüğü sökerek 3 hilalli bayrak yaparlar ve bu bayrak ile düşmana savaş açarlar…

İki Türk askeri dönemeçlerde tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektubu anımsarlar. Bizim askerlerimizi yakalamak için bölgeye tren ile 250 kadar asker gönderirler.

Çaresiz kalan Avustralya devleti ilk resmi savaşına girer, karşı tarafta ise yalnızca iki Türk… Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini pusuya düşüren iki babayigit trene saldırırlar… 60 kadar Avustralya askerini öldürürler… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, iki Anadolu aslanı bu karlı dağlarda şehit düşer…
İki askerimizin mezarı şu anda Sidney’e 250 km uzakta olan “whıte rock” dağlarında bulunmaktadır. Nur içinde yatsınlar…

Bu iki yiğidin hakkını teslim eden Avustralya, o bölgeye “Türk Kayalıkları” adını vermiştir.

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Süleyman Demirel sözleri

Süleyman Demirel'in unutulmaz sözleri :

1. Türkeş Türk çocuğu, Ecevit halk çocuğu, Erbakan Müslüman çocuğu, biz o... çocuğu muyuz?

2. Bana Türkiye’nin durumunu bir kelimeyle anlatın derseniz "iyidir" derim. İki kelimeyle anlatın derseniz "iyi değildir" derim.

3. Bize plan değil, pilav lazım.

4. Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz.

5. Aslana hüviyet sorulmaz demişler. Kimlik taşımam.

6. Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl de değildir.

7. Galibiyetin sahibi çoktur, mağlubiyetin sahibi yoktur. Yenilgi yetimdir.

8. İcabı olup olmadığı tartışılabilir. Ama icabı varsa feminizm fevkalade güzel bir şeydir.

9. Mizah bir yumruktur, ne zaman kime vuracağı belli olmaz.

10. Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz.

11. Memlekette petrol vardı da şerbet yapıp biz mi içtik?

12. Yağmur yağarken "ben ıslanmam" diyemezseniz.

13. Devlet bazen rutinin dışına çıkabilir.

14. Bulut buluttur, bulutun akı da buluttur garası da, binaaneleyh, üzerine gonuşmaya değmez.

15. Elektriğin komünisti olur mu? Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor.

16. Dün dündür, bugün bugündür.

17. Yollar yürümekle aşınmaz.

18. Kavağa balık çıkar mı? 

19. Tamam Kürtlere kötü davranıyoruz da, sanki Türklere iyi mi davranıyoruz."

20. Camiye siyaset girerse ibadet kalmaz, mahkemeye siyaset girerse adalet kalmaz."

21. İktidarın değişeceğini anladığı gün trafik polisinin bile tutumu değişir.”

* 39 yaşında Başbakan oldum. Ana muhalefet lideri İnönü'ydü. Yeminle söylüyorum; onunla görüşmeye giderken dizlerim titrerdi. Ben alt tarafı Çoban Sülü. O ise Garp Cephesi kumandanı, Cumhuriyet'in İkinci Adamı'ydı."
Seçimlerden %50 oy alarak başbakan olan Süleyman Demirel, meclisin ilk günü meclis binasında İsmet İnönü ile karşılaşır. İnönü kendisine, "Meclisin kaç merdiveni var Süleyman biliyor musun?" diye sorar.
Demirel cevap verir; "Bilmiyorum..." Beklemediği bir soru karşısında cevapsız kalan Demirel, bu durum karşısında içten içe bozulmuştur.
Birkaç gün sonra mecliste yeniden İnönü'nün yanına giden Demirel kulağına eğilerek; "Efendim, meclisin 220 merdiveni var!" der. Kime saydırdın? diye sorar İnönü.
Demirel; "Bizzat ben saydım efendim!" der ve bunun üzerine İnönü'den tarihi bir söz duyar; "Bak Süleyman, lider odur ki zor işlerle uğraşsın. Lider basit işleri kendi yapmaz. Bak mesela ben meclisin kaç merdiveni olduğunu bilmiyordum. Sana saydırdım..."

18 Temmuz 2025 Cuma

CESURUM.... GELDİM..... ALDIM....

16 Temmuz 1974 günü Bolu Dağ Komando Tugayından kutsal bir görevin ifası için 280 araç yola çıktı. 

Sadece geceleri yolculuk ederek 1.100 km yol kat ettiler ve Adana Ovacık’a vardılar.

Konvoyda tek bir kaza bile olmadı.

20 Temmuz günü 72 helikopterin katıldığı dünya savaş tarihinin en büyük havadan taşınır birlik operasyonuyla Kıbrıs’a indiler ve hemen görev bölgelerine intikal ettiler.

Tugay Komutanı Tuğgeneral Sabri Demirbağ komutasında gece Rum saldırılarına tek adım geri atmadan kahramanca direndiler.

Ertesi gün ev ev, apartman apartman çatışmalar başladı.

Rumlar, Barış Gücünün kontrolünde olan bölgeler de dahil 
olmak üzere bütün evleri beton mevzilerle güçlendirmişlerdi.

Buna rağmen 14 saatte yerle bir edildi.

“Girne tarafında 60 km lik sahili kontrolümüz altına aldık” diye açıklama yaptı Tuğgeneral Demirbağ ve devam etti :

“Bize ateş etmeyene ateş etmiyoruz, esir alıyoruz. Şu ana kadar 600 civarı esirimiz var. Esirlerimiz arasında kadınlar ve çocuklar yok. Teslim olanları Türkiye’ye gönderiyoruz.” 

Mehmetçik adaya gitmeden Rum Birliklerinden birinin duvarında
 “Cesursan gel al” yazıyordu,
 bugün ise 
“CESURUM ! GELDİM ! ALDIM ! yazıyor.

Kararlı, disiplinli, cesur ve çatışmalar esnasında yaralanan 2 Rum’u Türk yaralılarla birlikte  kendi makam aracıyla Lefkoşa Kızılay Hastanesine gönderecek kadar da insancıl olan kıymetli 
Sabri Paşa 20 Ocak 2005 tarihinde , 
84 yaşındayken hayata veda etti.

Ruhun şad, mekanın cennet olsun 
“KIBRIS FATİHİ”

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Old Soldiers

Hayatını Kurtardığı Anzak Askeri ile yıllar sonra bir araya geldi.

Bir zamanlar karşı cephelerde savaşan Çanakkale gazisi Adil Şahin ve Avustralyalı gazi Len Hall, savaşın bitmesinden yıllar sonra Gelibolu'da bir arada... 1990

Çanakkale Savaşında yaralı olduğu için cephede arkadaşlar tarafından geride bırakılan Len Hall için aslında her şey bitmişti ya kan kaybından ölecekti yada Türk askeri gelip kendisini öldürecekti.

Ölüm beklediği cepheye ilk gelen Adil Şahin'di. Kendi anlatımı ile öyle korkuyordumki altıma yapmıştım. Türk askeri yaklaştı ve bana mataradan su içirdi bir şeyler söylüyordu anlamadım. Beni öldüreceğine kesin emin oldum çünkü defalarca ölecek arkadaşlarına böyle su içiyorlardı. Sonra öğrendim bunun onlar için kutsal olan Zemzem suyu olduğunu.

Beni sırtına aldı cephe gerisine götürdü revire teslim etti. Orada tedavi oluyorum ama neden? Çünkü Türk askerinin bize yamyam oldukları ve insan eti ile beslendiklerini bile söylediler. O asker her gün geldi başımı okşadı gitti 1 ay sonra tedavim bitti ve benim girmeme izin verdiler. Ben kendi askerimin yanına beyaz bayrak sallayarak gittim beni geride bırakıp giden arkadaşlarımın çoğu ya ölmüştü yada geri dönmüşlerdi. O hayatımı kurtaran askerin adı Adil Şahin'di. Geri döndüm bunları anlattığım için kendi devletim beni yargıladı ve ev hapsi cezası aldım. Hep içimde o askere teşekkür etmek isteği vardı. Bunun için Türk Büyükelçiliğine 4 yıl önce başvurdum. Güzel haberi alıncada buraya geldim. Kendisine hayatımı borçluyum, minnettarım. Ben bilmediğim bu ülkeye onları öldürmek için geldim hayatımı onlara borçlu olarak geri döndüm. Bu benim için son görevdi artık huzurla ölebilirim. 
Alıntıdır... 

BÜYÜK ÇAMLICA CAMİİ

NEDEN 6 MİNARELİ?
Büyük Çamlıca Camii, her bir bölümünde en ince ayrıntısına kadar düşünülen detaylarıyla ilgi çekerken, heybetli yapısına yakışır anlamda bazı rakamsal büyüklükleri de kapsıyor. 6 minareli olmasıyla imanın şartlarını temsil ediyor. İmanın şartlarını temsilen 6 minareli inşa edilen Büyük Çamlıca Camii'nin 3 şerefeli 4 minaresi Malazgirt Zaferi'ne ithafen 107,1 metre, 2 şerefeli 2 minaresi ise 90 metre yüksekliğinde.

NEDEN 72 METRE?
Caminin 72 metre yükseklikteki ana kubbesi İstanbul'da yaşayan 72 milleti, 34 metre çapındaki kubbesi İstanbul'u simgeliyor. Caminin ana kubbesinin üzerinde 3 metre 12 santimetre genişliğinde, 7 metre 77 santimetre yüksekliğinde, 4,5 ton ağırlığında alem var.

DÜNYANIN EN BÜYÜK ALEMİ
Nanoteknolojiyle renklendirilen ve 3 parçadan oluşan alem, dünyanın en büyük alemi olma özelliğini taşıyor.

ANA KAPISI EN BÜYÜKLERDEN
Büyük Çamlıca Camii, 5 metre genişliğinde, 6,5 metre yüksekliğinde ve 6 ton ağırlığındaki ana kapısıyla dünyadaki en büyük ibadethane kapılarından birine de sahip.

DEV BİR KÜTÜPHANESİ VAR
Büyük Çamlıca Camii, 3 bin 500 metrekarelik sanat galerisi, 3 bin metrekarelik kütüphane, bin 71 kişilik konferans salonu, 8 sanat atölyesi, 3 bin 500 araçlık kapalı otoparkı bünyesinde barındırıyor. Cami, ses, ışık, ısıtma, havalandırma ve güvenlik sistemleriyle de farkını ortaya koyuyor.