Translate

17 Haziran 2025 Salı

TÜRKÇE

Dün gece geç saatte kişinin biri boyundan büyük söz etmiş:
“Türkçeden arapça ve farsça sözcükleri çıkarırsanız Türkçe kalmaz!”
Gibi köksüz bir söz savurmuş…
Bayramı da unutmamış, kutlamış.
(Önce yine farsça, arapça sanılan
Bayramını BAY’ladım!
Bey BAY Eden,
Ay gibi görünen ışık/kişi olur.
AY-ET (delil-kanıt) olur!
RAM rama’dan gelir. Barış/Mutluluk…
Bu sözcüğün doğuşunu da açıklarım! Ama şimdilik kalsın. 🙂
UR gibi ortaya çıkan Çuk-UR-a gömülür.
Ona HOP DEDİK başlığıyla
aşağıdaki yanıtı verdim.
Akıl vermek değil, BİLginin karanlığı AKLAMASI için, yerleri/İL’leri AKlayın! AKIL-Ak-il, AKLANMIŞ İLLER/yerler çoğalsın!
Karanlık yok olsun.
İNSANLIĞIN İLK DİLİ TÜRKÇEDİR
Türkçe insanlığın dilidir.
Diyelim ki hiç konuşma bilmeyen insansınız.
Ağzınızı açın ve ses çıkarmayı deneyin;
Doğaçlama ilk ses olarak
Aaaa… dersiniz!
A harfinin önüne abc.deki tüm sessiz harfleri koyup okuyun:
Ab,
Aç,
Ad,
Af,
Ağ,ag,
Ah,
Ak,
Al,
Am,
An,
Ap,
Ar,
As,
Aş,
At,
Av,
Ay,
Az…
Diğer sesli harflerin önüne de sessiz harfleri koyup aynı yöntemi uygulayın.
Sonra dünya dillerinde bu kök sözcükleri araştırın.
Büyük çoğunluğu Türkçe kök sözcüklerden türemiştir.
Arapça diye bildiğiniz bir çok sözcük kök olarak Türkçe’dir!
KUR-an
TEK-bir
AY-et (ay gibi açık edilmiş bilgi.)
KAL-em (kalıcı olarak emilmiş olan, alet)
AR-AF-AT
(Arınma, af edilme, Taş ATma… )
Farsça: OR-UÇ
OR: orta, ordu, güçlü nokta…
UÇ: Yükselmek, uçmak…
OR-UÇ
Güçlü ruhsal yükseliş.
NAM: ün…
AZ: azalma…
Nam-az: Benlik duygusunun azalması durumu (Ben yokum TEK olan var bilincine ulaşmak)
En az 2.500 yıldır kullanılan GÖKTÜRK yazıtlarındaki dil varken arapça yazılı dil bile değildi!
İngilizce dil yapısının ana çatısı da Türkçedir:
ON: on the table..
üstünde;
Onunca, konunca, üstünde…
İN: içinde; in the box.
Yapınca, edince…
AT: at the… havada
AT’layarak…
OK: okey, Ok atınca dönüşü olmayan ONaylama anlamında.
SİN: Günah, saklanan…
Sinmek, örtülen…
Brother: erkek Kardeş
BİR AD ER…
Bir ad almış er(erkek kardeş)
Rusça’nın yüzde 70’i Türkçe kök sözcüklerden oluşmuştur.
Yazı dili yokken Taşlara kazılmış, insanların duygu ve düşüncelerini TAMGA’larla anlattığı simgelere bakın:
Hepsi TÜRK ESERİDİR!
10 binlerce yıl öncesine gidin Türkleri ve Türkçeyi görürsünüz!
700 yıl önce Rus ve Rusça yoktu.
1.500 yıl öncesinde ingiliz ve İngilizce,
1.800 yıl önce Fransız ve Fransızca,
2.000 yıl önce de Alman ve Almanca yoktu!
Almanların, isveçlilerin, Slavların eski Runik GÖKTÜRK alfabesini
Kullandıklarını da biliyor muydunuz?
Yabancı dil bilimcilerin:
“Sanki yüzlerce matematik profesörü bir araya gelip Türkçeyi yazmışlar.”  Deyişinden de haberiniz yok anlaşılan…
“Tarihten Türkü çıkarırsanız Tarih kalmaz!” (Prof. Neumark) deyişini de bilmiyorsunuz anlaşılan…
Bu konuda buraya kitap yazacak değilim.
Anlayan anlasın...
BAYramımız BAY olsun!.:

Prof.Muazzez İLMİYE ÇIĞ 
Anısına Saygıyla

15 Haziran 2025 Pazar

BEYİN VE ORUÇ

Beyin taramaları Orucun Beyninizi yeniden kabloladığını gösteriyor
Aralıklı oruç tutmanın beyin sağlığını koruması nöroplastisiteyi artırmasından kaynaklanıyor.
“Damak kontrolü, zihin kontrolü için değerli bir yardımcıdır.” (M.Gandhi)
__“Oruç tutmak 'kendi kendini yeme' olarak bilinir. Bu, hücrelerin eski kısımlarını sağlıklı versiyonlarıyla değiştirmesi, kişinin daha genç yaşamasına ve hissetmesine yardımcı olması anlamına gelir.” diyor Malcolm Cesar, Otofaji adlı Kitabında 
Orucun beyin üzerindeki dönüştürücü etkilerini destekleyen kanıtlar öncelikle gıda yoksunluğu dönemlerinde meydana gelen 
sinirsel değişikliklere bir pencere sağlayan 
gelişmiş beyin tarama teknolojilerinden geliyor. 

Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI) 
ve Pozitron Emisyon Tomografisi (PET) taramaları, 
beynin aktivitesini ve metabolik değişikliklerini 
gerçek zamanlı olarak yakalayarak 
bu araştırmanın ön saflarında yer almakta..

Çok daha eski bir uygulama olan Orucun 
beyinle ilişkisi 
Hipokrat döneminden beri malum idi 

zira epilepsiyi tedavi etmek için kullanılmıştı

Ayurveda da orucu sadece fiziksel bir detoks olarak değil, 
beden ve zihin için dönüştürücü bir yolculuk olarak görüyor. 

Orucun faydaları basit kilo yönetiminin çok ötesine uzanır. 

Bu etkiler, beyin enerji metabolizmasında önemli değişiklikler, nörotrofik faktörlerin artan üretimi, 
gelişmiş otofaji, 
iyileştirilmiş nörovasküler işlev 
ve nörotransmitter sistemlerindeki ayarlamalarla desteklenmektedir.

Çalışmalar, aralıklı orucun 
vücudun Alzheimer ve diğer nörodejeneratif hastalık riskini azaltmada rol oynayabilecek otofaji olarak bilinen sürece yardımcı olabileceğini öne sürüyor.

Aralıklı oruç tutmak, 

hipokampüsünüzde yeni beyin hücrelerinin üretimini 
(nörogenez) artırarak 

hafızayı ve beyin işlevini de iyileştirebilir. 

Aralıklı oruç tutmanın 

mitokondriyal fonksiyonu, 
metabolizmayı iyileştirerek ve oksidanları azaltarak 

beyin koruması sağlayabileceği belirtiliyor .

Ancak bu esnada oluşan ketonlar 
nöronlar için bir enerji kaynağı olmaktan daha fazlasıdır, zira 

Beyin sağlığı için gerekli bir protein olan 
beyin kaynaklı nörotrofik faktörün (BDNF) üretimini tetikler. 

Daha yüksek BDNF seviyeleri keskin ve sağlıklı bir beyinle ilişkilidir

Laboratuvar hayvanlarında oruç tutmak ve egzersiz yapmak, beyin hücrelerinde beyin kaynaklı nörotrofik faktör veya BDNF adı verilen bir proteinin üretimini uyarır. 
Bu protein, öğrenmede, hafızada ve hipokampüste yeni sinir hücrelerinin oluşumunda kritik roller oynar. 
BDNF ayrıca nöronları strese karşı daha dirençli hale getirir. 

Oruç tutmak ayrıca hücrelerin hasarlı molekülleri ve işlevsiz mitokondrileri temizlediği ve hücre büyümesini durdurduğu 

otofaji adı verilen bir süreci tetikler.

Oruç tutmak aslında ana sıfırlama düğmesine basmaktır. 

Birçok aralıklı oruç rutininin amacı, 
ağırlıklı olarak karbonhidrat yakmaktan 
yağ yakmaya geçmek için bir " metabolik anahtarı " çevirmektir. 

Buna ketozis denir 

ve genellikle karaciğer ve glikojen depoları tükendiğinde, 
12-16 saatlik oruçtan sonra gerçekleşir. 

Bu metabolik süreç tarafından üretilen kimyasallar olan 
ketonlar , 
beyin için tercih edilen enerji kaynağı haline gelir.

Ketonlar, 
beynin yeni beyin hücrelerinin ve aralarındaki 
yeni bağlantıların büyümesini destekleyen bir bileşik olan 
beyin kaynaklı nörotrofik faktör (BDNF) üretmesine yardımcı olmaktadır.

Bu, vücudunuzun kendi kendini onarma modlarının 
harekete geçmesini ve hücresel kalıntıları temizlemesini sağlar. 

Bu yeni başlangıç , otofaji adı verilen , hücresel bir temizlik sürecidir.

Otofaji, aralıklı oruç ile beyin sağlığı arasındaki bağlantıyı birkaç şekilde güçlendirir:

*Hücresel artıkların temizlenmesi
*Beyindeki protein birikimini azaltmak
*Nöronları hücresel hasardan korumak
*Yeni sinirsel bağlantıları teşvik etmek
*İltihabı düzenleme

Dr. Mark Mattson,
"Hayvanlarda aralıklı orucun 

beyin iltihabını azalttığını bulduk," diyor

Yakın zamanda yapılan bu çalışmaya katılanların 
beyin taramaları, 
alt frontal orbital girus da dahil olmak üzere 

beyin bölgelerinde iştah ve bağımlılığı düzenleyen 
değişiklikler gösterdi. 

Aynı zamanda, 
dışkı örnekleri ve kan testleri 

bağırsak bakterilerinde değişiklik gösterdi, 

Ekip, katılımcıların 
ortalama 7,6 kilogram (16,8 pound) kilo vermekle kalmayıp 

bağırsak bakterilerinin bileşiminde 
belirgin değişiklikler olduğunu 

ve beyin bölgelerinde ek değişiklikler olduğunu vurguladı.

Bu değişiklikler beynin sol alt ön orbital girus adı verilen bir kısmında daha az aktivite ile bağlantılıydı, 

bu da gıda alımını kontrol etmeye yardımcı olur. 

Aralıklı oruç sırasında, 
bazı faydalı bağırsak bakterileri 
daha yaygın hale gelebilir, 

gıda alımına ve dürtü kontrolüne bağlı beyin aktivitesini etkileyen bileşikler oluşturur.

Nitekim başka bir araştırmada da 
bilim insanları 

Oruç tutmanın bağırsak bakterilerinin, 

akson adı verilen sinir liflerini yenilemek için gerekli olan 
3-İndolpropionik asit (IPA) olarak bilinen
 
bir metabolitin üretimini nasıl artırdığını gözlemlediler. 

Bu, bağırsak ile beyin arasında 

karmaşık, çift yönlü bir iletişimi önerir, 

oruç yoluyla bağırsak ortamını değiştirmenin 

beyin fonksiyonlarındaki değişikliklere yol açarak 

beslenme davranışlarını 
ve diyetle ilgili karar alma süreçlerini potansiyel olarak etkiliyor.

Dünya genelinde bir milyardan fazla insanın 
obezite sorunu yaşadığı tahmin ediliyor. 

Bu durum, kanserden kalp hastalıklarına kadar 
pek çok sağlık sorununa yakalanma riskini artırıyor .

Beyinlerimiz ve bağırsaklarımızın 

birbirine ne kadar bağımlı olduğunu daha iyi bilmek , 

obeziteyi etkili bir şekilde önlemede ve azaltmada 

büyük fark yaratabilir.
Alıntıdır. 

BABALAR GÜNÜ

Babalar Günü, babaların ve baba figürlerinin onurlandırıldığı, sevgi ve minnet duygularının ifade edildiği özel bir kutlama günüdür. Genellikle Haziran ayının üçüncü Pazar günü kutlanır.
Babalar Günü Nasıl Ortaya Çıktı?
Babalar Günü'nün kökenleri 20. yüzyılın başlarına, Amerika Birleşik Devletleri'ne dayanır. Bu özel günün ortaya çıkışı, Sonora Smart Dodd adında bir kadının babasına duyduğu derin sevgi ve hayranlıkla yakından ilişkilidir.
 * Bir Kızın İlhamı: 1909 yılında, Sonora Smart Dodd Anneler Günü'nün kutlandığını öğrendikten sonra, benzer bir günün fedakar babalar için de olması gerektiğini düşündü. Dodd'un babası, Amerikan İç Savaşı gazisi William Jackson Smart'tı. Annesiz geçen yıllarda altı çocuğunu tek başına büyüten babasının özverisini ve emeklerini onurlandırmak istiyordu.
 * İlk Kutlama: Sonora'nın girişimleriyle ilk Babalar Günü, 19 Haziran 1910'da Washington eyaletine bağlı Spokane kentinde kutlandı. Bu ilk kutlama, yerel düzeyde kalsa da zamanla halkın ve bazı kurumların desteğiyle yaygınlaşmaya başladı.
 * Resmiyet Kazanması: Babalar Günü'nün resmiyet kazanması biraz zaman aldı.
   * 1924 yılında ABD Başkanı Calvin Coolidge kutlamaları desteklese de resmi bir ilan yapmadı.
   * 1966 yılında dönemin ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Haziran ayının üçüncü pazar gününü Babalar Günü olarak ilan eden bir bildiri yayımladı.
   * 1972 yılında ise Başkan Richard Nixon, bu günü resmi olarak ulusal bir tatil ilan etti.
Babalar Günü'nün Yaygınlaşması
Amerika'dan yayılan bu gelenek, zamanla birçok ülke tarafından benimsendi. Bugün başta Türkiye olmak üzere İngiltere, Kanada, Japonya, Hindistan ve birçok ülkede Babalar Günü Haziran ayının üçüncü Pazar gününde kutlanıyor. Ancak bazı ülkeler, kendi kültürel veya dini nedenlerle farklı tarihlerde bu özel günü anarlar. Örneğin, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi Katolik ülkelerde Babalar Günü, Aziz Yusuf Günü olarak kabul edilen 19 Mart'ta kutlanır. Tayland'da ise kralın doğum günü olan 5 Aralık'ta "Ulusal Baba" figürü olarak kutlanır.
Babalar Günü, tüm dünyada babalara teşekkür etme, hediye verme ve onlarla birlikte vakit geçirme gibi etkinliklerle kutlanan, aile bağlarını güçlendiren anlamlı bir gün haline gelmiştir.

8 Haziran 2025 Pazar

BİR ÖKÜZ DÖRT ERKEK!

M.Ö 2350 yılına ait olan Sümer tableti üzerinde "Dünya'da bazen bir öküz 4 erkeğe bedeldir" yazısı yer almaktadır. 

Çivi yazısını bularak yazılı tarihi başlatan Sümer uygarlığı aynı zamanda tekerleği icat ederek tarım ve hayvancılıkta öküz ve saban uygulamasını da kullanmıştır. 

Tarım, Sümer medeniyetinin temeli sayılırdı ve ağırlıklı olarak erkek işiydi. Büyükbaş hayvanların da evcilleştirilerek tarımda kullanılması ile birlikte çağ atlanmıştır. 

Bu sebepten dolayı 1 öküz 4 erkeğe bedeldir terimi kullanılmıştır. Sümerler yazının icadı ile tarihin temelini atmış, çamur tabletler ile öğrencilere çivi yazılarını ayrıca din ve ahlaklarını öğreterek tarihin ilk öğretmenlerini de çıkarmışlardır....
Alıntı netgeolife

6 Haziran 2025 Cuma

ÇOCUKLAR İÇİN DOĞRU VE YANLIŞLAR..

İlginizi çeker düşüncesiyle, çocuk eğitiminde yapılan yanlışların bir kısmını bir araya topladım. Faydalı olması dileğiyle...

***
-"Bir öpücük verirsen bu çikolata senin olur." demeyelim. Bu söyleme alışan çocuklar tacizciler için hep "kolay lokma"dır.

-"Ya bıraksana çocuğum, amcan/teyzen bir kere sarılsın sana." diye zorlamayalım. Çocuk birine sarılmıyorsa ya da sarılmak istenmiyorsa bir sebebi vardır.

-"Senin yüzünden annenle/babanla kötü oluyoruz. Ayrılırsak sebebi sen olacaksın." diye çocuğu sorumlu tutmayalım. Eşler arasındaki sorunların sebeplerini çocuğa yüklemek haksızlıktır.

-"Ödevini yaparsan sana para veririm.", "Akıllı olursan sana oyuncak alacağım.", "Yemeğini yersen, telefonda oyun oynayabilirsin." dedikçe, bir süre sonra "ödüllendirme sistemi" zorunlu bir iş haline gelir ve çocuk ödülsüz hareket etmez olur. Sürekliği olan bu alışveriş, ilerideki yıllarda çocuğu "pazarcı" yapar. Girdiği her ilişkide "...tamam da, burada ben kazancım ne." düşüncesiyle hareket eder.

-"El alem ne der." sözü bir çocuk için korku ve kaygı demektir. Özgüven eksikliği yaratmak demektir. Çocuk gözetlendiğini, insanlar tarafından sürekli takip edildiğini, eleştirildiğini düşünür. Beğenilmeyecek olması, eksik görülmesi, yetersiz olma kaygısı çocuğun hayal dünyasına ve kişilk gelişimine zarar verecektir.

-"Akşam baban gelsin, görürsün sen." diyen anne hem çocuğu tehdit ederek, onun korkak olmasına sebep olur, hem de güçsüzlüğünü ortaya koyar. "Akşam baban gelsin, görürsün sen." cümlesi çocuk tarafından "Ben annelik görevimi yapamıyorum. Gücüm sana yetmiyor." olarak algılanır.

-Çocuğun her istediğini almak, ağlamasın, üzülmesin, kırılmasın, diye dünyasını pahalı oyuncaklar, kıyafetler, bilgisayar ve telefonlarla doldurmak çocuğun doyumsuz biri olmasına yol açar. Her defasında istekleri azalacağına çoğalır, yetinmez ve mutlu olmaz. Çocuklar varlık gibi yokluğu da bilmeli, sabretmeyi, istedikleri için emek vermeyi öğrenmeliler. Ağlamayan gülmenin değerini bilmiyor. Her çocuk hayal kuracak ve umut edecek kadar "fakir" olmalı!

-Herhangi bir konuda iddia eden çocuğa "Tamam ama eğer dediğin gibi değilse ben sana sorarım." demeyelim. Bu sözlerle kodlanan çocuklar büyüdüklerinde haklarını arayamayan, aradıkları takdirde sorunlar yaşayacaklarına inanan pasif bireylere dönüşeceklerdir.

-Anne ve baba tarafından verilen "Sınırsız" sevgi ve anlayış çocuğun topluma uyum sağlamasının önünde engeldir. Ne yaparsa yapsın, her yaptığı "hoş görülen" çocuk, aynısını toplumdandan bekleyecek ve bunun olmadığını gördüğü zaman uzaklaşıp, içine kapanacaktır. "Kimse beni anlamıyor. Kimse beni sevmiyor." diyecektir. 

-Sürekli akıl verilen ve "Sen dur beceremezsin, ben yaparım." denilen çocuk, bir süre sonra söylenmeden iş yapmayan, hareket etmeyen biri olacaktır. Kurulunca çalışan oyuncaklar gibi, komut bekleyecektir.

- Çocuklarımızı "Paşam" ve "Prensesim." diye severken dikkat edelim. Paşalık ve Prenseslik sıfatlarıyla kodlanan çocuklar, büyüdükçe insanları sarayın hizmetçileri olarak görebilirler!

-Kurban bayramlarında uluorta yerlerde ve özellikle de çocukların gözleri önünde kesim yapılmamalı ve yapanlar da bu konuda uyarılmalı. Dile getirmek de zıorlansalar da, bu kesim anı her çocukta ayrı bir travma olarak kalıyor. Hatta bazıları buna özenerek daha sonra başka hayvanlara da zarar verebiliyor. (Hatırlayın: Çocuklar tarafından ayakları kesilen yavru köpek.) Ve hatta mümkünse, kurban kesme yerine, ailece, ihtiyaç sahibi çocuklara el uzatmak, bir fidan dikmek ya da evsiz barksız birini mutlu etmek ve çocukları iyiliklere özendirmek çok daha iyi olacaktır. 

-"Bakayım çükün yerinde duruyor mu." ya da "neredeymiş bakalım memişler." diyerek çocukların bedenlerine dokunmaktan vazgeçelim. Bu hareketlere alışan çocuklar, karşılarına çıkan tacizcileri karşı bir direnç göstermezler.

-Son günlerde, sanırım sevgilerini göstermek için sürekli çocuklarını dudaklarından öpen ebeveynler görüyorum. Her ne kadar kötü niyetle yapılmıyor olsa da, çocuk zamanla başkaları tarafından da dudaktan öpülmeyi yadırgamaz hale gelebilir.

-Çocuklara sınırlar koymaktan, ev kurallarını öğretmekten ve onlara ev işi görevleri vermekten çekinmeyelim. Çünkü sınırlar çocukları korur ve erken yaşta iş paylaşımını ve kurallara uymayı öğrenen çocuklar, ileriki yaşlarda topluma uyum sağlamakta zorluk çekmez.

-Ve en önemlisi çocuklara hayır dedikleri için kızmayalım. Hayır diyebilen, soran, sorgulayan çocuk güçlü çocuktur.

-Ayrıca, çocuğun yetişkin gibi giydirilmesi, makyaj yapılması ya da tesettüre sokulması, üstelik bir de bu görüntülerin marifetmiş gibi sosyal medyada paylaşılması her açıdan bir “insanlık suçu”dur.

Her ne kadar karşılıklı suçlamalar bitmek bilmese de, çocuğa giydirilen topuklu ayakkabı, makyaj, yetişkin kıyafeti ile türban, peçe ve çarşaf arasında “İstismar” anlamında bir fark yoktur.

Adına “Dinin buyruğu” ya da “Çağdaşlık” denilmesi, küçücük bedenler üzerinde yapılan bu “terör”ü haklı kılmaz.

Diğer yandan bu tür fotoğrafları paylaşanlar (farkında olmasalar da) hem pedofili insanlar, hem de çocuk porno siteleri için sınırsız malzeme sunmuş oluyorlar.

Çocuklar kimsenin oyuncağı değildir.
Onları bu “yetişkin kadın gibi giydirme modası”na karşı korumak, özellikle devlet başta olmak üzere hepimizin görevidir.

Sağlıklı çocuk, sağlıklı toplum, sağlıklı gelecek demektir. Geleceğimizin karartılmasına izin vermeyelim.
TAMER DURSUN.

4 Haziran 2025 Çarşamba

NASIL KANSER OLUNUYOR?

NEDEN KANSER OLUYORUZ ? BU YAZIYI OKUDUKTAN SONRA DAHA İYİ ANLAYACAKSINIZ..!

NEDEN KANSERSİN.?

Hayatında hep şeker oldu. Çayı, kahveyi şekersiz içmedin. Kahvaltıya reçelsiz ve krem çikolatasız oturmadın. Beyaz pirinç ve ekmeğin şeker olduğunu unuttun. İçinde yüksek oranda fruktoz bulunan meyveleri kiloyla yedin. İçinde glukoz ve aspartam olan ürünler tükettin. Kolanın ve gazlı içeceklerin şeker ve zehir karışımı olduğunu bile bile içtin. Önce insülin direncin başladı sonra şeker hastası oldun, 150 kilo oldun ama durmadın.
Palm yağı, ayçiçek yağı, mısır özü yağı, margarin ve trans yağ içeren ürünleri kullandın. Tereyağı ve zeytinyağı tüketmedin ki organlarından biri iflas edene kadar bunları yedin.
Paketlenmiş hazır sıvı ve katı tüm ürünlerdeki koruyucu kimyasalların seni kanser edeceğini önemsemedin. Salçanı, makarnanı, turşunu hatta, limonu sıkıp limon suyunu bile kendin yapmadın. Hazır almak kolayına geldi. Pazardan nohutunu, fasülyeni bile almadın, bunları konserve satın almak yemek basitti.
İnsanlar 4000 yıldır misvak vb. doğal malzemelerle diş fırçalarken sen gittin 35 açılı sentetik diş fırçasını ağzına soktun. O da yetmedi; bildiğimiz çamaşır deterjanının şeker ve naneyle karıştırılmış şekli olan diş macunu ile hayat boyu diş fırçaladın ve bunun bir kısmını yuttuğunu göz ardı ettin. Bal ve karbonatın dişlerini tartarlardan bile temizlediğini bilmedin ve dişleri de o macunlarla çürüttün.
Çamaşır deterjanının ve yumuşatıcının vücut ısısı ile deri tarafından emildiğini ve deri kanserinin en büyük nedeni olduğunu umursamadın. Çamaşırlarını boraks ve karbonat karışımı ile yıkayıp yumuşatıcı gözüne elma sirkesi koyarak muhteşem bir temizlik elde edeceğini umursamadın.
Bulaşık makinesine deterjan ve parlatıcı koyduğunda, o deterjanı ve parlatıcıyı yediğini fark etmedin. Deterjan yerine karbonat, parlatıcı yerine sirke koyarak hem sağlıklı hem de tertemiz bulaşıkların olacağını önemsemedin.
Evde basitçe kostik ve zeytin yağını karıştırıp kalıplara dökmek ve kendi doğal sabununu yapmak dururken, gidip içerisinde bin tane kimyasal zehir olan o sabunlarla her sabah yüzünü bedenini yıkadın. Her gün bu daha da iyi diye pazarlanan o şampuan zehirleriyle saçını yıkadın.
Evini arap sabunu gibi doğal yağlarla üretilmiş bir sabun yerine, temiz olsun diye çamaşır suyuyla sildin. O su buharlaştıkça soludun ve akciğer kanseri oldun.
Karıncaları, böcekleri, sinekleri; limon karbonat fesleğen acı biber vb doğal yollarla evinden uzak tutmadın. Bastın böcek zehrini, o ağır kimyasalları temizlesen bile gitmez bunu unuttun. Soludun ve eşyaların üzerinden ellerinle ağzına soktun. (O kadar kandırıldın ki, böcek zehrine neden böcek ilacı dendiğini bile sormadın.)
Yaşamını mahveden büyük şehirde egzoz gazı solumaya ve araba kullanmaya devam ettin.

Resmen radyoaktif olan cep telefonunu kulağına 2 saat yapıştırdın. Radyoaktif olan wi-fi (kablosuz ağ) vericisini evin içine soktun, radyoaktif olan alıcı bilgisayarı da kucağından indirmedin. Yatarken cep telefonunu hep başucunda tuttun ama uçak moduna almayı aķıl etmedin.

Hem çocuğunun odasına hem de kendi yatak odana gece lambası koydun ve geceleri açık tuttun. Bağışıklık sisteminin gelişmesini ve kanserden korunmayı sağlayan melatonin hormonunun gece uyurken zifiri karanlıkta üretildiğini hiç duymadın ya da duydun ama boşverdin.
Doğal beslenmeyen hayvanları, sebzeleri, meyveleri ve tahılları yedin ve adına da “doğal beslenme” dedin
Üzerinde “organik” yazan her gıdayı gerçekten organik sandın bunlara normalden fazla para bile ödedin ama bir gıdanın gerçekten organik sayılabilmesi için gerekli standartlar nelerdir ve aldığın organik(!) ürün gerçekten de organik midir hiç merak edip araştırmadın incelemedin.
Yiyeceklerini cam ve toprak kaplarda saklamak ve pişirmek yerine çelik ve bilmediğin kaplamalarla kaplı kaplarda pişirdin yedin. En önemlisi de mutfağının her yerine plastik, teflon ve alüminyum soktun ve çizildikçe onları da yediğini unuttun.
Denize lağım ve fabrika atıkları boşaltırken o denizden çıkan balığı yedin, midyeleri yedin.
Fast food’un her aşamasının zehir ve ölümcül olduğu bas bas bağırılırken sen tepsi kadar pizzaları götürüyordun, üç katlı hamburgerleri yuvarlıyordun.
Evine naylon torba, naylon kıyafet, sentetik ayakkabılar terlikler soktun. Kıyafetlerinde sadece pamuk, bambu lifi, keten tercih etmedin.
Sobayı attın ve evine klimayı ve bilimum elektrikli ısıtıcıyı soktun.
Toprağa dokunmuyor ve stresten gülümsemeyi unutuyorsun.
Sonuç; sokaktaki her on kişiden üçü kanser. Sen de ya bu üç kişiden birisin ya da tüm bu saydıklarımı ısrarla yapmaya devam edersen, bir süre sonra dördüncüsü de sen olacaksın… Hadi seni geçtik de kardeşim, peki ya çocuğunun suçu ne?”

Kaynak: Dr. Taner Akman

SEVDİKLERİMİZ İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN LÜTFEN DUYARLI OLALIM,BU GÖNDERİYİ MUTLAKA PAYLAŞALIM...

3 Haziran 2025 Salı

BALKON KAPATMA VE YARGITAY KARARI

Yargıtay'dan cam balkon kararı: Apartmanda oturanları ilgilendiriyor

Yargıtay'dan cam balkon uygulamalarıyla ilgili emsal karar. Kat maliklerinin izni olmadan yapılan kapatmalar kaçak yapı sayılacak.

Son yıllarda balkonlarını camla kapatarak yaşam alanlarını genişletmek isteyen birçok apartman sakini, bu uygulamalar nedeniyle komşularıyla anlaşmazlık yaşayabiliyor. 

Yargıtay 18. Hukuk Dairesi'nin aldığı bir karar ise, bu konuda önemli bir hukuki zemini netleştirdi. Alınan kararla birlikte, cam balkon uygulamalarının nasıl değerlendirileceği konusunda yol haritası çizildi.


BALKONLAR ORTAK ALAN SAYILIYOR 

Balkonlar, binaların dış cephesine taşan ve genellikle ortak kullanım alanı olarak nitelendirilen bölümler arasında yer alıyor.

Bu nedenle bu alanlarda yapılacak her türlü değişiklik, iç mekan tadilatlarından farklı olarak özel izinlere tabi tutuluyor. Kat Mülkiyeti Kanunu’na göre, apartmanlarda yapılacak dış cephe değişiklikleri için tüm kat maliklerinin en az beşte dördünün yazılı onayı gerekiyor. Aksi halde yapılan müdahaleler, "kaçak yapı" statüsüne giriyor.

CAM BALKON DEĞİŞİKLİĞİ MAHKEMEYE TAŞINDI 

Yargıtay’ın kararına konu olan davada, bir apartman sakini, başka bir kat malikinin balkonunu projeye aykırı biçimde camla kapattığını ve bu durumun düzeltilmesini talep etti. Ancak ilk derece mahkemesi, balkonun daireye dahil edilmesinin ruhsata tabi olmadığı ve benzer uygulamaların diğer dairelerde de yapıldığı gerekçesiyle davayı reddetti.

YARGITAY'DAN AÇIK UYARI 

Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, bu kararı bozarak önemli bir değerlendirme yaptı. Kararda, cam balkonla kapatılan alanın yapısal bir değişiklik yarattığı ve bina bütünlüğünü etkilediği gerekçesiyle, bu işlemin diğer kat maliklerinin beşte dördünün yazılı izni olmadan yapılamayacağı vurgulandı.

PVC veya cam malzeme kullanılması, işlem ruhsata tabi olmasa bile durumu değiştirmiyor. Bu tür müdahalelerin “sabit eser” niteliği taşıdığı ve izinsiz yapılamayacağı belirtildi.

CAM BALKON YAPTIRMAK İSTEYENLER DİKKATLİ OLMALI 

Yargıtay’ın bu kararı, cam balkon uygulaması yaptırmak isteyen apartman sakinleri için bağlayıcı nitelikte. Ortak alanda yapılacak her türlü müdahalenin hukuki zemine oturtulması gerektiği ve komşuların büyük çoğunluğunun yazılı izninin alınmasının zorunlu olduğu net bir şekilde ifade ediliyor.

Aksi takdirde, yapılan işlem kaçak yapı sayılarak, eski haline getirilmesi gerekebilir.

Alıntıdır. 

 



30 Mayıs 2025 Cuma

BİR AVUÇ YER !

Dünyadan ne kadar yer kalacak?”

Tolstoy’un hikâyesinde, fakir bir köylü cömertliğiyle bilinen bir kraldan toprak ister.
Kral der ki:
“Sabah güneş doğarken yola çık. Akşama kadar yürüdüğün tüm arazi senin olacak. Ama bir şartla: Güneş batmadan başladığın yere dönmelisin. Dönemezsen hiçbir şey alamazsın.”

Köylü sevinçle kabul eder. Sabah yola koyulur. Sulak araziler, meyve bahçeleri, pınarlarla dolu verimli topraklar görür. “Ah Ya Rab, ne güzel yerler!” diyerek durmadan ilerler.
Fakat bir an döner ve güneşin batmak üzere olduğunu fark eder!
“Yetişemezsem hepsi boşa gider!” diyerek koşmaya başlar.
Koşar, koşar, tam başladığı yere ulaşır… ama oracıkta düşüp can verir.

Kral, onun için bir mezar kazdırır. Bir çubukla toprağı işaret eder ve der ki:
“İnsana dünyada kalan yer işte bu kadar.”

28 Mayıs 2025 Çarşamba

YOL HİPNOZU

YOL HİPNOZU NEDİR ?

Yol hipnozu çoğu sürücünün bilmediği ve farkında olmadığı bir fiziksel durumdur.

Yola çıktınız 2.5 saat sonra yol hipnozu başlar , hipnoz olan sürücünün gözleri açıktır .

Ancak gözün gördüğünü beyin kayıt etmez , analiz etmez .

Yol kenarında duran araca veya önde giden TIR' a arkadan çarpma kazalarının bir numara sebebi YOL HİPNOZU dur .

YOL HİPNOZU olan sürücü çarpma anına kadar son 15 dakika hiçbişey hatırlamaz .

Kaç km hızla gittiğinin , önündeki aracın hızını analiz edemez , genellikle çarpışma 140 km ve daha üzeridir .

YOL HİPNOZU 'ndan korunmak için 2-2.5 saate 15 -30 dakika durmak hava almak , kahve içmek gerekir .

Yol hipnozu uzun yolda 4. Saate zirve yapar . Film tamamen kopmuş olur.

Yolda giderken belli yer ve araçları not edip hatırlamak yapmak gerekir .

Son 15 dakika hiçbişey hatırlamıyorsan kendini ve yolcuları ölüme götürüyorsun demektir .

Bu Hipnoz gece daha çok olur ve yolcular da uyuyor ise durum çok vahim olur .

Sürücü her 2.5 saate durmalı ve dinlenmeli , zihni sürekli açık olmalıdır .

Gözler açık fakat zihin kapalı ise , ya ölürsün , ya yaralı veya maddi hasarlı.

24 Mayıs 2025 Cumartesi

ANNELER - MOTHERS

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” mealindeki hadisin ifadesi, bütün annelerin cennete gideceği anlamına gelmez. Burada annelerden çok, evlatların annelerine karşı göstermeleri gereken saygıya işaret edilmektedir. Bu anlamda, Allah’ın emirlerine aykırı olmadığı sürece, bütün annelere itaat etmek, saygı göstermek, cennetin önemli bir anahtarıdır ve bu anlamda cennet bütün annelerin ayakları altındadır.



Nitekim, Lokman suresinde Allah şöyle buyurmaktadır:

“Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi zayıflık üstüne zayıflık çekerek onu (karnında) taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (Onun için biz insana): 'Bana ve anne-babana şükret.' diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır."

"Eğer anne ve baban, bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itâat etme. Ancak onlarla dünyâda iyi geçin. Bana yönelenlerin yolunu tut. Sonunda dönüşünüz yalnız banadır. O zaman ben size, yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31/14-15).



22 Mayıs 2025 Perşembe

ŞAİR VE KADIN

KERAMET SENDE OLSAYDI...

Bir adam çok sevdiği kadına şiirler yazıyordu.
Sonra o kadın ansızın onu terk etti.      
Adam kadının ardından şiirler yazmaya 
devam etti.
Daha çok yazdı. 
Ve günün birinde çok ünlü bir şair oldu.
Yıllar sonra kadının yaşadığı kente gitti 
ve büyük bir şir dinletisi sundu.
Dinleti bittiğinde uğruna şiirler yazılan kadın kolunda kocası ile çıkışa geldi ve adama "merhaba" dedi.
Adam ona sıradan bir insana bakar gibi baktı.
Kadın, "beni tanımadın mı" dedi.
Adam, "hayır tanımadım" dedi.
Nasıl tanımazsın!
Uğruna şiirler yazdığın kadınım ben; 
Seni şair yapan kadın...
Adam kadının gözlerine baktı ve şöyle dedi.
“Keramet sende olsaydı, o koluna taktığın
 adam da şair olurdu..

Pablo NERUDA 

Şiir gibi bakan ADAM’lar 
şiirden anlayan KADIN’ları sevmeli.
Sevmeli ki, ziyan olmasın mısralar..

15 Mayıs 2025 Perşembe

PEJOYU BİLEN VAR MI?

"SEN PEJOYU BİLİYON MU?"

Adamın biri, Peugeot (Pejo) marka bir minibüs alır.
Sonraki gün yolcu taşımaya çıkar. Minibüs tıklım tıklım, tutar kasabanın yolunu ve gittikçe hızlanır.
Yolculardan biri:
-Kaptan yavaş... Bir yere çarpacaz! der.
Şoför:
-Sen Pejo'yu biliyon mu? der.
Yolcu:
-Hayır! der.
Şoför:
-O zaman susacan, der ve devam eder.
Minibüs hızlanmaya devam eder.
Bir yolcu daha seslenir:
-Oğlum ben hastayım, biraz yavaş!
Şoför yine sorar:
-Sen Pejo'yu biliyon mu?
Amca ne bilsin...
-Hayır! der.
-O zaman susacan! der, şoför...
Bu kez bir kadın seslenir:
-Hamileyim! Lütfen biraz yavaş, çocuğumu düşürcem!!!
Şoför yine sorar:
-Sen Pejo'yu biliyon mu?
Kadın:
-Yok! der.
Şoför yine aynı cevabı verir.
Arkadan kızgın bir ses tonuyla bir genç seslenir:
-Yavaş git kardeşim, öldürcen bizi!!!
Şoför yine sorar:
-Sen Pejo'yu biliyon mu?
Genç:
-Biliyorum lan, ne olacak? der.
Şoför:
-O zaman çabuk söyle, bunun freni nerde?

14 Mayıs 2025 Çarşamba

NOTALAR VE MUCİDİ


Müzik sembolleri... 
"Guido D'AREZZO (990-1050), eşsiz zihni müzik notaları yapan kişidir. İşitme duyumuzu koordine etmek için sadece yedi sembol icat etmekle kalmıyor, aynı zamanda tamamen yeni bir ses alfabesi yaratıyor. 
D'arezzo, Orta Çağ müziğinin en büyük teorisyenlerinden biridir. İtalya'da doğdu ve Ferrara yakınlarındaki Pompoz'daki Benedictine Manastırı'nda eğitim gördü. 
Çalışmaları sırasında keşiş, şarkıcıların ayinle ilgili ilahileri ezberlemenin ne kadar zor olduğunu fark eder. 
Bu nedenle, müzisyenlerin doğru tonlara yöneldiği bir müzikal işaret sistemi ile ortaya çıkıyor. 
Notalar, her biri başlangıçta bir harfle işaretlenmiş belirli bir tonla eşleşen dört paralel çizgi üzerinde tasvir edilmiştir. 
O zamanlar kare bir görünümü vardı, ama bugün zaten beş paralel çizgi var ve şekilleri oval. 
Guido’nun dizileri “Ut queant laxis” ilahisinin ilk dizesinin ilk heceleriyle adlandırıldı:

( “ut-re-mi-fa-sol-la..”. ‘Ut’ sonraları ‘do’ olarak değiştirildi ve ‘ti’ adlı yeni bir nota eklendi. Solfej olarak bilinen bu sistem hâlâ kullanılmaktadır. ‘Si’ notası hariç, diğer notaların isim babası Guido’dur.)

Daha yüksek olanlar daha yüksek çizgilerde işaretlendi ve yedi notanın her birinde Guido bir isim verdi: ut, re, mi, fa, sol, la, si. Bunlar, Vaftizci Aziz John'un marşının ilk heceleriydi:

UT queant laxis
REsonare fibris
MIra gestorum
FAmuli tuorum
SOLve polluti
LAbii reatum
Sancte Ioannes.

çevrildiklerinde, bunların  anlamına gelir:

Do-Dominus- (Rab)
Re - Rerum- (Madde)
Miraculum - (Mucize)
FA-Familias Planetarium- (yedi gezegen, yani. Güneş sistemi)
Solis-Solis- ( Güneş)
La Lactea Via- (Samanyolu)
Si-Siderae (Cennettir.)

Tanrı bize müzikle konuşuyor mu yoksa müzik Tanrı'dan bahsediyor mu? 
Bu sanatın ilahi kökeninin gizemi büyüktür. 
Guido D'AREZZO, notları yazarken 33 yaşında olduğunu ve başlangıçta kilise müziğini yapan müzisyenleri kolaylaştırmak için müzikal işaretler yaratıldığını söylüyor.
D'arezzo'nun notaları, kendimizi müzikle geliştirmemize yardımcı olan dildir.
 Bu, insanlar arasında iletişim kurmanın en iyi yollarından biridir. Sürekli değişen ve gelişen, ancak binlerce yıl önce olduğu kadar büyüleyici olan bir dil."
Alıntıdır.

8 Mayıs 2025 Perşembe

ÇENGELLİ İĞNE KAÇ YAŞINDA

Bazı fikirler doğar ve ilk andan itibaren tamamlanır. Onarıma, daha fazla geliştirmeye, modernizasyona ihtiyaçları yoktur.
Oldukları gibi kalırlar.

Bunun mükemmel bir örneği 1849 yılında Walter Hunt tarafından icat edilen çengelli emniyet iğnesidir.
Basit bir metal parçası, zekice bir şekilde bükülmüş ve 170 yıldan fazladır neredeyse değişmemiştir.

Mesele her zaman karmaşıklık ya da sürekli yenilik değildir.
Bazen bir fikrin büyüklüğü, en başından itibaren en iyi fonksiyon ve şeklini birleştirdiği için değiştirilmeye gerek olmaması gerçeğinde yatar.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Seçim ve Eğitim...

Bir dişi kartal, yavrularının babasını nasıl seçer?
Önüne gelen ilk kartalı seçmez. Onu sınar.

Bir ağaçtan bir dal koparır, gökyüzüne yükselir ve daireler çizmeye başlar.
Etrafında erkek kartallar uçarak onu etkilemeye çalışır.
Birden dalı bırakır.

Ve sınav başlar.
Erkek kartallardan biri dalışa geçer, dalı havada yakalar ve onu nazikçe — gagasını onun gagasına değdirerek — geri verir.
Dişi kartal tekrar bırakır.
Yine ve yeniden.
Eğer her seferinde erkek kartal onu kusursuz şekilde yakalamayı başarırsa — ancak o zaman onu seçer.
Çünkü bir gün, bu erkek kartal çok daha değerli bir şeyi — düşmekte olan yavrularını — yakalamak zorunda kalacaktır.

Birliktelikten sonra çift, yüksek bir kayalığın üzerine sağlam dallardan oluşan bir yuva yapar.
Daha sonra, kendi vücutlarından tüyler kopararak yuvanın içini yumuşacık yaparlar.
İşte dişi kartal yumurtalarını buraya bırakır.

Yavrular doğduğunda, anne ve baba kartal onları kanatlarıyla örter, besler, güneşten ve yağmurdan korurlar.
Yavrular büyür, güçlenir, tüyleri çıkmaya başlar.
Esnemeyi, dengede durmayı, vücutlarının altındaki rüzgârı hissetmeyi öğrenirler.

Ve sonra… asıl ders başlar.
Baba kartal yuvayı bozmaya başlar.
Kanatlarıyla dalları sallar, yumuşak tüyleri söküp atar — geriye sadece sert çubuklar kalır.
Rahat yuva artık huzursuz bir yer olmuştur.

Yavrular anlamaz.
Neden bir zamanlar onları seven anne babaları artık uzak durur?
Neden artık yiyecek getirmezler?

Anne kartal biraz uzağa konar, gagasında taze bir balıkla.
Yavaşça yemeye başlar — ama yavruların erişemeyeceği bir mesafede.
Yavrular çığlık atar, çağırır… ama kimse gelmez.

Ve işte o zaman olur:
Yavrular kıpırdanır, zorlanarak yuvadan çıkmaya başlar.

Bir tanesi dengesini kaybeder, düşer.
Kayalıklardan aşağıya savrulur.

Ama yere çakılmadan önce, dalı havada yakalayan o baba kartal yıldırım gibi dalışa geçer ve onu sırtında yakalar.
Yuvaya geri getirir.

Ve bu alıştırma tekrar eder.
Yeniden.
Yeniden.

Ta ki bir gün, düşerken yavru kartal kanatlarını açıp rüzgârı yakalayana ve uçana kadar.

İşte o zaman, anne ve baba onu balık tutulan nehirleri keşfetmeye götürür.
Artık yemeği onun gagasına vermezler.
Kendi başına nasıl hayatta kalacağını öğretirler.

Kartallar yavrularını böyle büyütür:
Evet, sevgiyle — ama aynı zamanda sınavla, cesaretle ve bilgelikle.

Çünkü anne, çocuklarının yere çakılmasına asla izin vermeyecek bir eş seçmiştir.
Çünkü kartal yavruları uçmayı öğrenmek zorundadır — hayatları boyunca yuvada kalmak için değil.

Ve belki de…
Belki bizlerin de kartaldan öğreneceği bir şey vardır:
Sevgi, eğitim ve sevdiklerimizi uçmayı öğretme sanatı hakkında.

26 Nisan 2025 Cumartesi

KATMA DEĞER

Bu bir 1.000 Gramlık, 
yani net 1 Kg ağırlığında bir saf demir külçedir. 

Ham olarak satarsanız, yurt dışına ihraç ederseniz, değeri 10 dolar civarındadır.

Eğer bu saf Demir külçeden 
At nalı yapmaya karar verir, satarsanız, yurtdışına ihraç ederseniz değeri 250 dolara çıkar.

Bunun yerine dikiş iğnesi yapmaya karar verir satarsanız, yurtdışına ihraç ederseniz, değeri yaklaşık 7.000 dolara çıkar.

Saat yayları ve dişlileri üretip satmaya, ihraç etmeye karar verirseniz değeri yaklaşık 2 Milyon Dolara çıkar.

Ancak yine de, litografide kullanılanlar gibi hassas lazer bileşenleri üretmeye satmaya, ihraç etmeye karar verirseniz, bunun değeri 25 Milyon Dolar olacaktır.

İşte "Katma Değer" denilen kavram budur.

Yeraltı madenlerinin işletilmeden ham olarak ihraç edilmesinin memleket için başarılı bir ticaret olduğunu söyleyenleri bir de bu paylaşımı anladıktan sonra değerlendirin, yorumlayın şimdi isterseniz.

Alıntıdır

25 Nisan 2025 Cuma

Alzheimer & Alimünyum

Biz çocukken, evde bakır kaplarda pişerdi yemekler. Arada bir kapı önünden geçen “kalaycı”lar, bakır kapları kalaylardı. Yemekler de bu kalaylanmış kaplarda pişerdi. Sonra birden alüminyum furyası çıktı!. Herkes bakır kaplarını satıp evi alüminyum kaplarla doldurmaya başladı… Büyük kolaylıktı. Hafifti, ucuzdu, kalaylanma derdi yoktu!. Yıllar yılı alüminyum kaplarda pişmiş yemeklerle beslendi beyinlerimiz. Derken çelik kaplar, teflon tencereler çıktı yakın yıllarda.
Ve atıldı ortaya bir yeni keşif! “Alzheimer” yani ALÜMİNYUM hastalığı!
Bu hastalığa yakalananların beyin hücrelerinde normalin 4 katına kadar alüminyum fazlalığı tespit oldu 1989 da… Özellikle, beynin hafızayla alâkalı hippocampus bölgesindeki hücrelerde bu birikim çok fazla olarak bulundu. İnsanların farkında olmadan gıda ve diğer yollarla aldıkları fazla alüminyum beyni iflasa sürüklüyordu.
İsimleri, yerleri, kişileri hatırlamaz hâle getiriyordu “ALZHEİMER” hastalığı. Ve bunda, kullanılan alüminyum kapların etkisi çok büyük!Yapılan araştırmalara göre, normal kapta pişen domatesteki alüminyum oranı, alüminyum kapta piştiğinde yüzde yüze yakın artıyordu.
Şimdi alüminyum tencereler kullanılmıyor pek ama tehlike geçti mi?
Bu defa da en başta alüminyum “kutu”larda saklanan, içilen konserve ve meşrubat türü gıdalar çıktı karşımıza. Bunların yanı sıra vücuda alınan bazı ilaçlara da dikkat edilmeli sanırım. Meselâ, stresli toplumlar sürekli mide yanmalarına karşı antiasid almaya başladılar. Ki alınan antiasid hap veya şurupların pek çoğunda yoğun miktarda alüminyum hydroxid ve alüminyum tuzları bulunmakta. Yanı sıra ishal kesici (antidiarrheal) haplar dahi alüminyumlu maddeler ihtiva etmekte. Bir kısım ağrı kesici aspirinler, kepek olmasını önleyici bazı şampuanlar, bazı
deodorantlar, hep beynimizin belâsı alüminyumu ihtiva etmekte…
Bilmem alüminyumlu nesnelerden uzak durmamız gerektiğini yeterince anlatabildim mi?.Yanı sıra kesinlikle LIGHT ve DIET yazan yenecek ve içeceklerden uzak durmak gerekiyor…Rafine beyaz şeker ise beyni “turn-OFF” yapan (çalışmasını durduran) madde olarak adlandırılıyor.

Prof. Dr. Turan GÜVEN

İstanbul Türkiye Boğaziçi

https://youtube.com/watch?v=uLHA877JYNc&feature=shared

1 Nisan 2025 Salı

RIDVAN HOCA

CUMA NAMAZINI KILDIRMAYAN İMAM, 


Takvim yaprakları 1919’u gösteriyor. Kahramanmaraş düşman tarafından işgal altında, halk perişan. Fransız General işgali kutlamak için bir gece Kahramanmaraş’ta bir balo düzenler. Baloya herkesi ve özellikle Ermenileri de davet eder.

Baloya çok güzel bir ermeni kızı gelmiştir. Fransız general ermeni kızını gözüne kestirir ve kızı dansa davet eder. Fakat Ermeni kızı: “Kaledeki Türk Bayrağı inmedikçe sizinle dans edemem” deyip generalin teklifini geri çevirir.

Bunun üzerine General askerlerine: “Kaledeki o bez parçasını indirin” diye alçakça bir emir verir. Ertesi gün Cuma günü, Maraşlılar kaledeki Türk Bayrağı’nın indirilip yerine Fransız bayrağının asıldığını görürler.

Maraş halkı üzgün ve çaresizdir. Derken Cuma ezanı okunur ve halk Ulu Cami’de toplanır. Sinirler gergin, herkesin morali çok bozuktur. Cami’nin İmamı Rıdvan Hoca Cuma Hutbesi için minbere çıkar ve cemaatin şaşkın bakışları arasında Türk Bayrağını eline alıp şöyle der:

“—Ey Cemaat, minbere Cuma Hutbesi için çıkmadım, bilesiniz. Cuma namazı hür insanlar için farzdır. Kalesinde kendi bayrağı dalgalanmayan bir memlekette Cuma Namazı kılınmaz. Önce bayrağımızı yeniden dalgalandıralım sonra namazımızı kılarız.” der.

Bir anda camide tekbir sesleri yükselir. Halk bu duygu ve cesaretle kaleye hücum eder. Fransız askerleri korkudan ne yapacağını şaşırır ve bayrağımız tekbir sesleriyle yeniden göndere çekilir. Halk o gün Cuma Namazını kalenin burcunda kılar.

Tamamen gerçek olan bu olay sayesinde halkın milli bilinci uyanmış “Silah gücüyle inen bayrağımız, yeniden göderde dalgalandırılmıştır.”

Ulu Cami imamı Rıdvan Hoca’nın ”—Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar olmaz. Kalesinde Türk Bayrağı dalgalanmayan ülkede Cuma Namazı kılınmaz” sözü tarihe altın harflerle kazınmıştır.

Maraş, Türk için işte bu yüzden çok değerlidir ve KAHRAMANMARAŞ ünvanını almıştır…

20 Mart 2025 Perşembe

NE OLMAK İSTEMELİ....

Robert De Niro bir gün şöyle demiş: 
Eğer bir şey olmak istiyorsanız, Doğru ve Güzel insan olun.
O kulvarda pek yarış yok.
Ve eklemiş 
Daha fazla “sevgiliye” sahip olmak sizi daha erkeksi yapmaz. Daha fazla “erkek arkadaş” edinmek sizi daha güzel kılmaz. Pahalı şeyler sadece ‘ucuz’ insanları çeker. Ve bu arada gençlik geçer. Güzellik de öyle. Geride kalan tek şey karakterdir.

Kadınlar, topuklu ayakkabı ve kısa etek giyen herkes olabilir; erkekler, pahalı takım elbiseler ve ayakkabılar giyen herkes olabilir. Ama aslında gerçek kadınlar ve gerçek erkekler, zihinlerini, ruhlarını ve karakterlerini ‘giyinenlerdir.’ Ne istediklerini bilirler ve asıl zarafetleri tavırlarında gizlidir.

Hayatınızı “ucuz” duygularla harcamayın. Çocuklarımıza, bir arabanın başarı göstergesi olmadığını ve yürüyerek gitmenin yoksulluk anlamına gelmediğini öğretmeliyiz.

19 Mart 2025 Çarşamba

ZEHİRLİ TOPUK DİKENİ

ZEHİRLİ TOPUK DİKENİ 🇹🇷 ÇANAKKALE 

Yemyeşil ormanların içinden dağdan tertemiz sular akan Şirin bir Anadolu köyünde dünyaya gözlerimi açtım. Babam, amcalarım onlardan önce de dedelerim askere alınmış, vatan topraklarını savunmak İçin arkalarında bıraktıkları aileleriyle helalleşip, hiç düşünmeden cepheye koşmuşlar. Gidenler geri gelmemiş, uzun süre haber alınamamış, günün birinde köy muhtarı şehit haberlerini getirmiş.

Bir büyük amcam sağ bacağı kesik, Gazi olarak dönmüş baba topraklarına ben doğmadan önce de vefat etmiş. Ninem onun kahramanlıklarını ve düşmanla göğüs göğüse nasıl çarpıştığını masal gibi anlatırdı bana. Ben bu öykülerle büyüdüm ve gerektiği zaman canımı bu kutsal vatan toprakları uğruna feda etmeye çocuk yaşımda Yemin ettim. Namert düşmana çiğnetmeyecektim topraklarımızı, asker doğdum ben, asker olarak büyüdüm. 

Yaşım onaltı olunca askere alındım, ne korktum ne de yaşım küçük diye endişe ettim. Ninem elime kına yaktı beni yolcu etmeden evvelki akşam, sabah dualarla yolcu ettiler beni ve benim yaşımdakileri... Babalarımız cepheden dönmemişti ve onlardan habersizdik. Günlerce piyade yol aldık. Köyden o güne kadar uzaklaşmamıştım, yürüdükçe başka köyler gördüm yanmış, yıkılmış, düşmanın pis çizmesi altında ezilmiş. Daha bir hınçla doldum, adımlarımı daha bir sert vurdum toprağa, “bu topraklar bizim” diye haykırdık yürürken. Günler sonra köylerden temin ettiğimiz eşeklerle yol alıp ucu bucağı gözükmeyen canlı bir su kaynağına geldik, neredeyse bizim civar köyleri de içine alacak bir hareketli su vardı önümüzde. Rengi masmavi, su sesi kulaklarda yankılanan, kıyılara vuran köpükleriyle ihtişamlı görünüyordu. O güne kadar dereler dışında bu kadar suyu bir arada görmemiştim. Deniz olduğunu söylediler duymuştum belki anlatılanlardan fakat duymak ve görmek farklıydı.
Sandallarla bizi karşı kıyıya geçirdiler, dalgalara elimle dokundum ve suyun tadına baktım tuzluydu, kimse bana deniz tuzlu dememişti, masmavi suların içinde kendimi su kuşu gibi hissettim, deniz çok güzeldi ve bu güzellikler benim vatanımsa kimse benden alamazdı.

Yolda analarımızın bize azık verdiği peksimetlere çökelekleri katık edip yemiştik, cepheye yaklaştıkça top sesleleri geliyordu aklıma Ramazan ayında atılan toplar geldi ve karnımın çok aç olduğunu karnımdan gelen gurultularla hissettim. Onbeş kişiydik aynı yaşlarda birden kendimizi cephede bulduk. Aklımıza korku gelmeden siperlere aldılar bizi ateş etmeyi biliyorduk, bizim oralarda herkes tüfek kullanmayı bilir, iyi atıcıdır. Tozlu arpa çorbası çeyrek somunla yarı aç yarı tok günlerce siperlerde yattık.

Geleni alnının ortasından vuracak kadar iyi atıcıydım, düşmanın pis bedenini kutsal topraklara serdiğim zaman içimi hınç doldurdu. Göğüs göğüse süngü ile savaşacağımız Zaman siperlerden çıktık, ayağımda ninemin diktiği çarık vardı, bastığım topraktan ayağıma batan çivi benzeri bir metal canımı yaktı, bedenimi uyuşturdu ve beni kutsal toprağıma serdi, gözlerim usulca kapandı. Komutanın sesini işittim “dikkat edin Arslanlar’ım, düşman havadan zehirli topuk dikeni atmış! Dikkat edin üzerine basmayın ölürsünüz!”

Ben işgal kuvvetlerinin havadan attığı zehirli topuk dikeniyle öldüm. Bu bir savaş suçuymuş aslında fakat onlar zaten ülkemi işgal ederek suç işlemişlerdi. Birde bizi insan yerine koymadıklarını söyleme cüretini göstermişler. Onaltı yaşımda binlerce çocuk gibi vatanım İçin öldüm ve destan yazdım. Çanakkale destanı yazıldı, Çanakkale geçilmez oldu düşmana. Kurtuluş Savaşını Unutmayın/unutturmayın 
bizi ve neden canımızı verdiğimizi.
Biz sizler bugün özgür yaşayın diye öldük.... UNUTMAYIN.. özgürlüğünüzden vaz geçmeyin...

 Alıntı😥

17 Mart 2025 Pazartesi

18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ

18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında Çanakkale Boğazı'nda gerçekleşen deniz savaşlarının zaferle sonuçlandığı gündür. Bu zafer, Türk milletinin vatan sevgisi, cesareti ve fedakarlığı ile yazdığı destansı bir kahramanlık öyküsüdür.
Çanakkale Savaşı'nın Tarihsel Arka Planı:
 * I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte İtilaf Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu'nu saf dışı bırakarak İstanbul'u ele geçirmek ve Rusya'ya yardım ulaştırmak amacıyla Çanakkale Boğazı'na yöneldi.
 * 19 Şubat 1915'te başlayan deniz harekatı, İtilaf Devletleri'nin güçlü donanmasıyla Osmanlı savunma hatlarını aşma girişimleriyle devam etti.
 * 18 Mart 1915'te gerçekleşen büyük deniz harekatında, Türk topçusunun ve mayın gemilerinin etkili savunmasıyla İtilaf donanması ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı.
18 Mart Deniz Zaferi'nin Önemi:
 * Bu zafer, İtilaf Devletleri'nin denizden Çanakkale'yi geçemeyeceğini gösterdi ve kara harekatının başlamasına neden oldu.
 * Türk milletinin vatan savunmasındaki azmi ve kararlılığı tüm dünyaya ilan edildi.
 * Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri dehası ve liderlik vasıfları bu savaşta ortaya çıktı.
 * Çanakkale Zaferi, Türk Kurtuluş Savaşı'na giden yolda önemli bir dönüm noktası oldu.
18 Mart Çanakkale Zaferi'nin Sonuçları:
 * İtilaf Devletleri'nin büyük kayıplar vermesi ve geri çekilmesi.
 * Türk ordusunun moral ve motivasyonunun artması.
 * Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük inancının güçlenmesi.
 * Çanakkale savaşları 25 Nisan 1915 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasında Gelibolu Yarımadasında, kara savaşları olarak devam etmiştir.
18 Mart Çanakkale Zaferi, Türk milletinin tarihinde unutulmaz bir yere sahip olup, her yıl bu anlamlı gün, şehitlerimizi anma ve zaferimizi kutlama törenleriyle idrak edilmektedir.

15 Mart 2025 Cumartesi

SAKA HÜSEYİN

  Çanakkale savaşında yaşanmış bir hikayedir. Hüseyin gönüllü olarak savaşa katılmıştır.  Bıyıkları yeni terlemeye başlamıştır. Üstelik gözleri gece pek iyi görmemektedir. Kumandan bu genç çocuğa bakarak :
_Senin yaşın küçük, eline silah veremem. Ama sana başka bir vazife vereceğim. Seni su sakası yaptım der.
  Bundan sonra görevi 35.alayın 2. bölüğüne su taşımaktır. Su taşıyan görevliye su sakası denirmiş o zamanlar. Hüseyine bir katır verirler. Adı artık saka Hüseyin olmuştur.
  Saka Hüseyin çok maytap, neşeli esprili, hazır cevap bir çocuktur. Bölükte herkes onu çok sever.
  Mevsim yaz mevsimi, hava çok sıcaktır. Saka Hüseyin akşama kadar yakınlardaki Bigali köyüne kadar gider su kaplarını doldurur tekrar bölüğüne dönerdi. Gide gele katır yolu öğrenmişti.
     Akşam olduğu için gözleri pek iyi görmemektedir. Katırın kulağına eğilip :
_ Haydi bakalım der, bu gün çok geç kaldık. 2. bölük bizden su bekler en çok da yaralılar bekler. Katır nasıl olsa yolu biliyor diyerek bir türkü tutturur:

Pınar baştan bulanır, 
İner dağı dolanır.

Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.

Rinna yarim rinna
Riiinna rinna

Artık birliğe az kalmıştır. 

Tam o sırada bilmediği bir dilden konuşan
iki düşman askeri dur işareti yapar. 
Hüseyin durumum vehametini kavrar. 
Katır birliği hiç şaşırmaz. Demekki birlik düşman eline geçmiştir.
    Hemen o pratik zekasını kullanır. Gülümseyerek askerleri selamlar. 
Gömleğini çıkarıp beyaz bayrak niyetine sallar. 
Askerler O'nu alıp komutana götürürler.
Komutanı selamlayarak katırı gösterir. 
Komutan meraklanır, tercüman ister. 
Hemen tercüman bulunur.
 _ Komutanım Mülazım Efendi size selam gönderdi. Hava sıcaktır yaralıları vardır, 
su bizim tarafta kalmıştır suları yoktur 
diye size su gönderdi der. Gider sulardan 
birer bardak içerek :
_Önce sen iç zehirli olmadığını anlasınlar dedi diye ilave eder. Gerçekten o kadar susuz kalmışlardır ki belki zehirli bile olsa gene 
içen çıkardı.
Komutanın gözleri dolar. Gene de zehirli olma ihtimaline karşı Onu sabaha kadar misafir edip karnını doyururlar.
 Sabah olunca ellerinde ne varsa peksimet, bisküvi, çikolata, sigara katırı alabildiğine yüklerler. Meğerse onların yiyeceği çoktur, 
ama bir damla suları kalmamıştır. Katırdaki suları mataralara doldururlar. Düşman askeri çok sevinir, adeta bayram eder. 
  Komutan gözyaşları içinde O'nun yanaklarından öper. Komutanına selam söyler. Çok minnettar olduklarını bunu hiç unutmayacaklarını bildirir. 
Saka Hüseyin birliğine ulaşana kadar kimse ateş etmez. Bir katır yükü erzakla döner birliğine bizim saka Hüseyin.
Birliğine gelince olanı biteni anlatır. 
Meğer bizim de yiyeceğimiz bitmiştir. 
Hemen askere dağıtılır. Pek bir ikrama geçer. Artık sevinme sırası bizim askere gelmiştir.
 O gün herkes saka Hüseyin'in cinliğini konuşup gülüşür. O gün öyle geçer.

Saka Hüseyin bu savaştan gazi olarak çıkar. Memleketi olan  TEKİRDAĞ Hayrabolu' da 
1975 yılında vefat eder.

SEFERBERLİK ÇÖREĞİ

Seferberlik Çöreği
Çanakkale Savaşı döneminde, Balıkesir Savaştepe Sarıbeyler Köyü kadınları, bir araya gelip ellerindeki tüm malzemeyi değerlendirerek, "seferberlik çöreğini" yapıp, cepheye göndermişler.
Un, yoğurt, zeytinyağı, şeker ve tarhana mayasıyla hazırlanan seferberlik çöreği, susama bulanıp, odun ateşinde pişiriliyor.
Sonra serin bir yerde kurutularak 2-3 ay bozulmadan sağlanabilecek hale geliyor.

Bu ekmeği, bugün tek bir kişi, Sarıbeyler Köyü'nde yaşayan, Fatma Erdil üretiyor.
Erdil bu çöreği ile coğrafi işaret de almış.

Egeliysen Bilirsin Sayfasından.

14 Mart 2025 Cuma

14 Mart Tıp Bayramı

14 MART TIP BAYRAMINI 
NEDEN KUTLUYORUZ?

1919'un Mart ayında, İstanbul'da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti... 
İşgalcilere karşı ayaklanmak ve okulu kurtarmak için çareler arayan öğrenciler; okulun kuruluş yıl dönümü olan 14 Mart'ı topluca kutlamaya karar verdiler... 
Tıbbiye 3. sınıf öğrencisi olan Hikmet Bey önderliğinde büyük bir gösteri yaparak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı astılar... 
İşgal kuvvetleri bu duruma müdahale ettilerse de durduramadılar... 
Olayın yıl dönümü olan 14 Mart, 
tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıl dönümü 
ve bugünkü Tıp Bayramının temelini oluşturmuştur... 
Tıbbiyeli Hikmet'in yolundan giden 
tüm sağlık çalışanlarının bayramı 
kutlu olsun..!

12 Mart 2025 Çarşamba

DEKADRAHMİ HAZİNESİ

1984 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde bir defineci, Elmalı’daki bir televizyon tamircisinin kendi ürettiği metal dedektörlerinden bir tane satın alır. İlk kullanımda hemen bozulan dedektörü tamir ettirmek için televizyon tamircisine geri götürür. 18 Nisan 1984 günü iki kafadar tamir edilen cihazı denemek ve bahaneyle define aramak için Bayındır köyü civarına giderler. Üstelik köyün eski muhtarı cihazı denemeleri için iki kafadara komşusunun tarlasını gösterir ve ekibe o da dahil olur. Üç kafadar define aramaya başlamak için geceyi beklerler. Gece olur ve belirledikleri tarlaya gizlice girerler. Henüz dedektörü yeni çalıştırmışlardır ki dedektörden hemen bir sinyal sesi gelir. Üç kafadar şaşırırlar. Acaba cihaz yanlış mı çalışıyor diye şüpheye düşerler. Dedektörün çalışır çalışmaz sinyal vermesi onlara garip gelmiştir. Ama yine de sinyal sesinin geldiği yeri kazmaya karar verirler. Biraz zaman geçtikten sonra kazmaları sert bir cisme çarpar. Daha sonra gördükleri manzara karşısında şaşkına düşerler. Aynı, filmlerde, köy kahvelerinde anlatılan çoğu yalan dolan hikayelerdeki gibi, kırık bir testi içinde etrafa yayılmış yüzlerce eski sikke bulurlar. Karşılarındaki manzara karşısında adeta çarpılmışa dönen üç kafadar aceleyle sikkeleri toplayıp gecenin karanlığında hızla oradan uzaklaşırlar. İşte Elmalı hazinesinin hikayesi de burada, bir televizyon tamircisinin yaptığı yarı çalışır, yarı çalışmaz, uyduruk bir metal dedektörünün, meraklı üç köylünün ellerinde verdiği sinyal sesiyle başlar. Aslında herşey için henüz küçük bir başlangıçtır. O gece üç kafadar heyecanla evlerine gidip buldukları sikkeleri sayarlarken, aslında ne bulduklarının tam anlamıyla farkında değillerdir.

Üç köylü buldukları sikkeleri satmak için, birkaç tane de yanlarına alarak İstanbul’a giderler. Sikkeleri iki ünlü antika kaçakçısına gösterirler ve bu iki kaçakçıyı Elmalı’ya davet ederler. Ünlü Antika kaçakçılarından bir tanesi bu üç köylünün aslında ne kadar değerli bir hazine bulduklarını farkeder ve diğer antika kaçakçısına bu işten çekilmesi için 60.000 dolar para öder. Diğer kaçakçı işten çekilir. Ve bütün sikkeleri definecilerden 620.000 dolara satın alır. Üç kafadar için hayallerinde bile göremeyecekleri bu para inanılmazdır. Ünlü antika kaçakçısı Almanya’da yaşayan dostlarıyla bağlantı kurar ve bir ortaklıkla defineyi İsviçre’ye götürmeyi başarırlar. Ünlü kaçakçı bu ortaklıktan tamı tamına 1.300.000 dolar kazanır.

Bu sırada eski Elmalı Belediye Başkanı da İstanbullu ünlü antika kaçakçılarıyla birlikte İsviçre’ye birtakım değerli sikkeleri kaçırır. Anlaşılan üç kafadar buldukları sikkelerin tümünü İstanbul’a götürmemişler ve sikkelerin bir kısmı eski belediye başkanının eline geçmiştir. Yani kısacası işin içine belediye başkanı da karışmıştır. İsviçre’de toplanan bu büyük hazineyi sadece Amerika’ya götürebilmek için Newyork’ta Amerika’nın en zengin işadamlarından oluşan OKS Partners isminde üçlü bir ortaklık kurulur.  Bu ortaklar sırasıyla William Koch, James Spier ve Jonathan Kagan’dır. Fakat ortaklığı büyük oranda finanse eden büyük emlak zengini William Koch’tur.
Antalya’da ise işler bambaşkadır. Buldukları defineden zengin olan üç kafadar heryerde su gibi para harcamaktadır ve halk arasında define buldukları haberi kulaktan kulağa yayılmaktadır. Bir yerden sonra Elmalı’da bütün halk sadece defineden bahseder olmuştur. Nihayetinde köylüler tutuklanırlar fakat her defasında verdikleri rüşvetlerle serbest bırakılırlar. Fakat soruşturmalar sonucunda aslında olayın büyük ve organize bir define işi olduğu anlaşılır. Aynı zamanda İstanbullu ünlü antika kaçakçılarının da işe karıştığı öğrenilir.

Peki üç köylü tarafından bulunan bu sikkeler neden bu kadar değerliydi?

M.Ö V. yüzyılda Perslerin Yunanistan ve Batı Anadolu’yu işgal etmesinden sonra bu topraklardaki tüm şehir devletleri Pers istilasından korunmak amacıyla bir deniz birliği oluşturdular. Her şehir devleti kendi bütçesi oranında bu birliğe katkıda bulunuyordu. İşte Elmalı’da yapılan kaçak kazı sayesinde bulunan bu sikkeler de bu deniz birliğine aitti ve bölgedeki bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Bulunan bu sikkeler daha sonra yüzyılın definesi olarak adlandırıldı çünkü define, bölge topraklarında yaşayan şehir devletlerinin Persler karşısında kazandıkları birtakım zaferler adına basılan anı paralarını da kapsıyordu. Normal bir sikke 4 drahmi iken bu anı değeri taşıyan özel basım sikkeler 10 drahmiydi. Yani; Dekadrahmi. Dekadrahmiler ince işçilikleri ve az bulunur olmalarıyla bilinirler. Örneğin Elmalı definesinin çıkartılmasıyla dünyada bilinen dekadrahmi sayısı tamıtamına 2 katına çıkmıştır. 1984 yılında dünyada bilinen dekadrahmi sayısı sadece 13’tü. Fakat sadece Elmalı definesinde bilinen dekadrahmi sayısı 14’tü. İşte bu, Elmalı definesinin ne kadar değerli bir define olduğunu anlatmaya değer bir orandır. Diğer yandan dekadrahmiler basıldıkları dönem açısından özel olduklarından, o döneme ait önemli savaşlar, sülaleler ve şehir devletleri adına önemli bilgiler verirler. Bu anlamda Elmalı definesi sanki o çağlarda yaşayan birisi tarafından oluşturulmuş bir para kolleksiyonu gibiydi.

Peki Elmalı definesi yasadışı yollarla Amerika’ya kaçırıldıktan sonra neler oldu? Türkiye devleti hazinenin yurtdışına kaçırıldığı bilgisini netleştirdikten sonra yoğun bir diplomatik süreç başlattı. Açılan mahkemeler sonucunda hazinenin büyük kısmı Anadolu’ya, ait olduğu topraklara geri döndürüldü. Bu mahkemeler ile topraklarımıza geri dönen sikke sayısı 1679’dur. Oysa Elmalı’da bulunan toplam sikke sayısı 1900’den fazlaydı. Yani 220’den fazla sikke ise halen kayıp ve nerede oldukları bilinmiyor. OKS Partners’a açılan dava sonucunda, OKS Partners’ın 1810 sikke satın aldığı belgelerle kanıtlı olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’ne sadece 1661 sikke iade etmiştir. Elmalı hazinesi bugün Antalya müzesinde sergilenmektedir.

Elmalı hazinesinde bilinen 962 adet Likya, 283 adet Rodos, 41 adet Samos ve 12 adet Efes, Milet sikkesi bulunmaktadır. Bu anlamda define, içerisinde barındırdığı sikkelerin basım yerleriyle büyük oranda Anadolu uygarlıklarına ait şehir devletlerine aittir. İçinde bulundurduğu dekadrahmilerin çokluğu sebebiyle de arkeoloji dünyasında “dekadrahmi hazinesi” olarak bilinmektedir.Alıntı

8 Mart 2025 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan uluslararası bir gündür. Bu gün, kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi başarılarını kutlamak, cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda farkındalık yaratmak amacıyla düzenlenir.
Dünya Kadınlar Günü'nün Tarihçesi:
 * Kökeni: Dünya Kadınlar Günü'nün kökenleri, 20. yüzyılın başlarındaki işçi hareketlerine dayanır. 1908'de New York'ta binlerce kadın tekstil işçisi, daha iyi çalışma koşulları ve oy hakkı talebiyle grev yaptı. Bu grev, Dünya Kadınlar Günü'nün doğuşunda önemli bir rol oynadı.
 * Uluslararası Boyut: 1910'da Kopenhag'da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, Clara Zetkin tarafından her yıl bir "Kadınlar Günü" kutlanması önerisi getirildi. Bu öneri kabul edildi ve ilk Uluslararası Kadınlar Günü 1911'de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de kutlandı.
 * 8 Mart'ın Kabulü: 1917'de Rusya'da kadınlar, "Ekmek ve Barış" talebiyle grev yaptı. Bu grev, Jülyen takvimine göre 23 Şubat'a denk geliyordu ve Gregoryen takvimine göre 8 Mart'a denk geldiği için bu tarih Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edildi.
 * Birleşmiş Milletler: 1975'te Birleşmiş Milletler, 8 Mart'ı "Uluslararası Kadınlar Günü" olarak kabul etti.
Dünya Kadınlar Günü'nün Önemi:
 * Kadınların başarılarını kutlamak: Dünya Kadınlar Günü, kadınların tarihteki ve günümüzdeki başarılarını kutlamak için bir fırsattır.
 * Cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmak: Bu gün, cinsiyet eşitsizliği ve kadınların karşılaştığı zorluklar konusunda farkındalık yaratmak için bir platform sağlar.
 * Kadın haklarını savunmak: Dünya Kadınlar Günü, kadınların eğitim, sağlık, istihdam ve siyasi katılım gibi temel haklarını savunmak için bir fırsattır.
 * Kadınlara destek olmak: Bu gün kadınlara destek olmak, onların güçlenmesine katkıda bulunmak ve dayanışma içinde olmak için bir fırsattır.
Dünya Kadınlar Günü'nde Neler Yapılabilir?
 * Kadınlara destek veren etkinliklere katılabilirsiniz.
 * Kadınların başarılarını anlatan kitaplar, filmler veya belgeseller izleyebilirsiniz.
 * Sosyal medyada #DünyaKadınlarGünü etiketiyle paylaşımlar yaparak farkındalık yaratabilirsiniz.
 * Çevrenizdeki kadınlara destek olabilir, onlara ilham verebilirsiniz.
 * Kadınların hakları ile ilgili araştırmalar yapıp kendinizi geliştirebilirsiniz.

5 Mart 2025 Çarşamba

icra iflas kanunu madde 82 / 4

Atatürk, Dinlenmek İçin Gittiği İstanbul’daki Florya Köşkünden, Yanında Yalnızca Şoförü ile Küçükçekmece’ye doğru giderken Tarlasında Sabanla Çift Süren Bir Çiftçi Görür. Çiftçinin Sabanında Koşulu Olan Öküzün Yanında, Koşulu Bir de Merkep Vardır. Şoförüne;

— Arabayı Durdur, Der.

Arabadan İner. Tarlaya Doğru yürür. Çiftçi Kendisine Doğru Geleni Görmüştür. Sabanında Koşulu Olan Öküzü ve Merkebi Durdurur. Atatürk, Yanına Gelince,

— Kolay Gelsin Ağa, der.

— Sağolasın Bey! Hoşgeldin. 

— Hoşbulduk Ağa. Yoldan Geçerken Dikkatimi Çekti. Öküzün Yanına Merkep Koşmuşsun. Hiç Öküzün Yanına Merkep Koşulur mu? Bunlar Denk Değil.

Köylünün Canı Sıkkındır. Biraz da Alınmıştır. Bezgin Bir Ses Tonuyla, 

— Merkeple Öküzün Yan Yana Koşulmayacağını Bilmiyom mu Sanıyon Bey. Sen Bunu Bana mı Söylüyon? 

— Kime Söylemeliyim Ağa? 

— Sen Bunu Git Vergi Memuruna Söyle. 

— Vergi Memuruna mı? 

— He ya! Bu Sene Ürünüm Kıt Oldu. Vergi Borcumu Ödeyemedim. Dört Gün Önce Vergi Memurları Öküzün Eşini “Vergi Borcunu Karşılar” Diyerek Alıp götürdüler. Sattılar. Benim Öküzün Eşi Sizin Gibi Beylerin Sofrasına Et, Sucuk Oldu Bey. 

Atatürk, Çok Sinirlenmiştir. Alışkanlığı Gereği Kızdığı Zaman Kaşlarını Çatmaktadır. Onun Bu Halini Gören Köylü, 

— Bana Niye Kaş Çatıyon Bey. Yalan Söylediğimi mi Sanıyon? Sana Ne Söylediysem Hepsi Doğru. Ben Küçükçekmece Köyündenim.Muhtara Sor İstersen. 
Atatürk, 

— Neden Kaymakam Bey’e Gidip Durumu Anlatmadın Ağa? 

— Gittim Bey. 

Köylü Duraksamıştır. Bunu Anlayan Atatürk, Devam Eder. 

— Kaymakam ne dedi? 

— Git borcunu öde, dedi. 

— Sen de Vali Bey’in yanına gitseydin. 
Köylü Atatürk’ü bir müddet süzer. Atatürk, konuşmadan dinlemektedir. Köylü konuşmaya devam eder. 

— Sen hiç Vali’nin yanına gitmemişsin bey. Halından belli oluyor. 

— Halimden belli mi oluyor? 

— He ya! Hem gitseydin bilirdin. 

— Neyi bilirdim? 

— Kapıdaki Jandırmaların adamı içeri koymadığını, bey. 
Atatürk, 

— Başvekil İsmet Paşa’ya telgraf çekip, durumunu niye izah etmedin?, diye sorar. 
Köylü gülümseyerek, 

— İnsanı güldürme bey. Başvekilin kulağı sağır, duymaz diyola, der. 

Atatürk, kızmıştır. 

— Peki! Gazi Paşa’ya niye telgraf çekmedin?,diye sorar. 

— O’nunda bir gözü kör, görmez diyola. Hem, sen zenginsin. Tomofilin bile var. Bunları heç duymadın mı? 

Atatürk, cüzdanından elli lira çıkarır. 

— Bunu kabul et ağa. ĎÖküzün yanına bir eş alırsın, der. 

Elleri titreyen köylünün, elini sıkar. Yanından ayrılır. Hızlı adımlarla arabasına doğru yürür. Florya köşküne döner. Başbakan İsmet Paşa’ya şu telgrafı çeker. 

—“ Derhal Heyeti Vekileyi (Bakanlar Kurulu’nu) topla, İstanbul’a gel.” 

Başbakan başkanlığında Bakanlar Kurulu Florya köşküne gelirler. Atatürk, şoförünü köylüyü alıp gelmesi için yollamıştır. Arabanın içinde sıra sıra dizilmiş Jandarmaların arasından Florya Köşküne gelen köylü “Eyvah ben ne yaptım” diye için için dövünmektedir. Kendisini kapıda karşılayan şık giyimli bir beyefendi nazik bir sesle “ beni takip edin efendim” deyince içi biraz ferahlasa da çok korkmuştur. Adamı takip ederek büyük bir toplantı salonuna girerler. Salon kalabalıktır. Ortada büyük bir masa, etrafında sandalyelere oturmuş şık giyimli insanlar ile ayakta duran iki kişi daha vardır. Gözleri karamış, ayakları bedenini taşımakta zorlanmaktadır. Heyecandan kalbi fırlayacak gibidir. Tanıdık bir ses duyar. 

— Hoşgeldin ağa. Gel yerin burada. 
Diyen Atatürk, sağ tarafında, yanında ayırdığı boş sandalyeyi eliyle işaret etmektedir. Köylü, zorlanarak yürür ve yığılırcasına sandalyeye oturur. Durumunu anlayan Atatürk, 

— Sakin ol ağa. Korkacak hiç bir şey yok.
 
— Sağol bey! Sağol. 

Köylünün soluklanmasını ve rahatlamasını bekleyen Atatürk, bir müddet sonra,
 
— Seni buraya niye çağırdım biliyor musun ağa? 
— Hayır bey, bilmiyom. 

— Dün bana anlattıklarını, bu gün burada anlatmanı istiyorum. Ama; bir tek kelimesini dahi atlamadan, eksiksiz olarak anlatmanı istiyorum. Haydi başla, seni dinliyoruz. 
Köylü başından geçenleri bir bir anlatır. Daha önce söylediklerinin eksik olanlarını Atatürk, tamamlar. Köylünün konuşması bitince Atatürk, masada oturanları tek tek tanıtır. Kendisinin de Gazi olduğunu söyler. Sonra ayağa kalkar. Elini masaya sertçe vurarak, öfkeli bir sesle; 

— Beyler, ben çiftçinin koşumluk hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tohumluk buğdayını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tarım aletini, sağımlık hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ankara’ya dönecek ve bu işi hemen halledeceksiniz. 

Bu olaydan sonra aşağıdaki kanun bir gecede hazırlanıp yasalaştırılmıştır. 

İcra İflas Kanunu Madde 82/4.: Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zorunlu olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer teferruatı ve tarım aletleri haczedilemez....



24 Şubat 2025 Pazartesi

MOR ÇATI & MOR CEPKEN

Müthiş bir bilgi, okuyun derim...
Yörük Kadını.

Yörük kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca Kezbence olur adı.
O oymağın bilge kişisi, akıl danışılanıdır artık.

Göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır mor cepken. Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır.

 "Mor Cepken", Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.

Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce "Mor Cepken" konur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir. Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi.

Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu. "Mor Cepken" evlilikte yeri, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.

Mor renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir.

 “Mor Çatı” adı oradan gelir. Bizler dünyaya Mor Cepken’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “Mor Cepken Günü” olarak kutlardık.

Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde Mor Cepken’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu.

 Bu “Ben bu herifi boşadım” demektir. O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır.

Masal anaları ile doğum ebeleri "Mor Cepken" giyen kadının çevresini alırlar. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz.

Büyük ödün verip de karısına Mor Cepken’i çıkartamazsa ömür ömüre dul kalacaktır.
Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez. Körocak olarak kalır.

 Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz! 1800 yılların sonlarında Nazilli kasabasının Aydın dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan “Gizemli Kadın Efe” de bunlardan biridir.

Ege yöresinin unutulmaz bir eridir.
Mor cepken Ege efelerinin giydiği bir giysidir.

Buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir.

Kybele, Artemis, Tahtacı yörüklerinden bu yana kadın baştacıdır bu topraklarda...

Alıntı

22 Şubat 2025 Cumartesi

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM

Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır. Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.

Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50 ye yakın eser bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913 Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…

Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış. Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları, uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat geçimini temin eden daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.

Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci, besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş Tatyos Efendi gece boyunca kemanı elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli şarkıları peşpeşe döktürmüş.

Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken Vasili ve Ahmet Rasim Bey’de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor;

Gam-zedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.

Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.

Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.

Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne  hanende ne sazende kalıyor.

Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.

Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…

Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen önce Vasili hasta halinde anlatıyor:

-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos’da sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş Tatyos.

Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.

Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içinde ki kağıt da şu dizeler yazılıdır:

Gam-zedesin devan benim/Garip kuşsun yuvan benim/Çektiğimiz yeter gayri/Kaderimsin inan benim

Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara sevdamız/Kalsın öteki aleme/

Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.

Tarihe karıştı eski sevdalar