Translate

12 Mart 2025 Çarşamba

DEKADRAHMİ HAZİNESİ

1984 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde bir defineci, Elmalı’daki bir televizyon tamircisinin kendi ürettiği metal dedektörlerinden bir tane satın alır. İlk kullanımda hemen bozulan dedektörü tamir ettirmek için televizyon tamircisine geri götürür. 18 Nisan 1984 günü iki kafadar tamir edilen cihazı denemek ve bahaneyle define aramak için Bayındır köyü civarına giderler. Üstelik köyün eski muhtarı cihazı denemeleri için iki kafadara komşusunun tarlasını gösterir ve ekibe o da dahil olur. Üç kafadar define aramaya başlamak için geceyi beklerler. Gece olur ve belirledikleri tarlaya gizlice girerler. Henüz dedektörü yeni çalıştırmışlardır ki dedektörden hemen bir sinyal sesi gelir. Üç kafadar şaşırırlar. Acaba cihaz yanlış mı çalışıyor diye şüpheye düşerler. Dedektörün çalışır çalışmaz sinyal vermesi onlara garip gelmiştir. Ama yine de sinyal sesinin geldiği yeri kazmaya karar verirler. Biraz zaman geçtikten sonra kazmaları sert bir cisme çarpar. Daha sonra gördükleri manzara karşısında şaşkına düşerler. Aynı, filmlerde, köy kahvelerinde anlatılan çoğu yalan dolan hikayelerdeki gibi, kırık bir testi içinde etrafa yayılmış yüzlerce eski sikke bulurlar. Karşılarındaki manzara karşısında adeta çarpılmışa dönen üç kafadar aceleyle sikkeleri toplayıp gecenin karanlığında hızla oradan uzaklaşırlar. İşte Elmalı hazinesinin hikayesi de burada, bir televizyon tamircisinin yaptığı yarı çalışır, yarı çalışmaz, uyduruk bir metal dedektörünün, meraklı üç köylünün ellerinde verdiği sinyal sesiyle başlar. Aslında herşey için henüz küçük bir başlangıçtır. O gece üç kafadar heyecanla evlerine gidip buldukları sikkeleri sayarlarken, aslında ne bulduklarının tam anlamıyla farkında değillerdir.

Üç köylü buldukları sikkeleri satmak için, birkaç tane de yanlarına alarak İstanbul’a giderler. Sikkeleri iki ünlü antika kaçakçısına gösterirler ve bu iki kaçakçıyı Elmalı’ya davet ederler. Ünlü Antika kaçakçılarından bir tanesi bu üç köylünün aslında ne kadar değerli bir hazine bulduklarını farkeder ve diğer antika kaçakçısına bu işten çekilmesi için 60.000 dolar para öder. Diğer kaçakçı işten çekilir. Ve bütün sikkeleri definecilerden 620.000 dolara satın alır. Üç kafadar için hayallerinde bile göremeyecekleri bu para inanılmazdır. Ünlü antika kaçakçısı Almanya’da yaşayan dostlarıyla bağlantı kurar ve bir ortaklıkla defineyi İsviçre’ye götürmeyi başarırlar. Ünlü kaçakçı bu ortaklıktan tamı tamına 1.300.000 dolar kazanır.

Bu sırada eski Elmalı Belediye Başkanı da İstanbullu ünlü antika kaçakçılarıyla birlikte İsviçre’ye birtakım değerli sikkeleri kaçırır. Anlaşılan üç kafadar buldukları sikkelerin tümünü İstanbul’a götürmemişler ve sikkelerin bir kısmı eski belediye başkanının eline geçmiştir. Yani kısacası işin içine belediye başkanı da karışmıştır. İsviçre’de toplanan bu büyük hazineyi sadece Amerika’ya götürebilmek için Newyork’ta Amerika’nın en zengin işadamlarından oluşan OKS Partners isminde üçlü bir ortaklık kurulur.  Bu ortaklar sırasıyla William Koch, James Spier ve Jonathan Kagan’dır. Fakat ortaklığı büyük oranda finanse eden büyük emlak zengini William Koch’tur.
Antalya’da ise işler bambaşkadır. Buldukları defineden zengin olan üç kafadar heryerde su gibi para harcamaktadır ve halk arasında define buldukları haberi kulaktan kulağa yayılmaktadır. Bir yerden sonra Elmalı’da bütün halk sadece defineden bahseder olmuştur. Nihayetinde köylüler tutuklanırlar fakat her defasında verdikleri rüşvetlerle serbest bırakılırlar. Fakat soruşturmalar sonucunda aslında olayın büyük ve organize bir define işi olduğu anlaşılır. Aynı zamanda İstanbullu ünlü antika kaçakçılarının da işe karıştığı öğrenilir.

Peki üç köylü tarafından bulunan bu sikkeler neden bu kadar değerliydi?

M.Ö V. yüzyılda Perslerin Yunanistan ve Batı Anadolu’yu işgal etmesinden sonra bu topraklardaki tüm şehir devletleri Pers istilasından korunmak amacıyla bir deniz birliği oluşturdular. Her şehir devleti kendi bütçesi oranında bu birliğe katkıda bulunuyordu. İşte Elmalı’da yapılan kaçak kazı sayesinde bulunan bu sikkeler de bu deniz birliğine aitti ve bölgedeki bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Bulunan bu sikkeler daha sonra yüzyılın definesi olarak adlandırıldı çünkü define, bölge topraklarında yaşayan şehir devletlerinin Persler karşısında kazandıkları birtakım zaferler adına basılan anı paralarını da kapsıyordu. Normal bir sikke 4 drahmi iken bu anı değeri taşıyan özel basım sikkeler 10 drahmiydi. Yani; Dekadrahmi. Dekadrahmiler ince işçilikleri ve az bulunur olmalarıyla bilinirler. Örneğin Elmalı definesinin çıkartılmasıyla dünyada bilinen dekadrahmi sayısı tamıtamına 2 katına çıkmıştır. 1984 yılında dünyada bilinen dekadrahmi sayısı sadece 13’tü. Fakat sadece Elmalı definesinde bilinen dekadrahmi sayısı 14’tü. İşte bu, Elmalı definesinin ne kadar değerli bir define olduğunu anlatmaya değer bir orandır. Diğer yandan dekadrahmiler basıldıkları dönem açısından özel olduklarından, o döneme ait önemli savaşlar, sülaleler ve şehir devletleri adına önemli bilgiler verirler. Bu anlamda Elmalı definesi sanki o çağlarda yaşayan birisi tarafından oluşturulmuş bir para kolleksiyonu gibiydi.

Peki Elmalı definesi yasadışı yollarla Amerika’ya kaçırıldıktan sonra neler oldu? Türkiye devleti hazinenin yurtdışına kaçırıldığı bilgisini netleştirdikten sonra yoğun bir diplomatik süreç başlattı. Açılan mahkemeler sonucunda hazinenin büyük kısmı Anadolu’ya, ait olduğu topraklara geri döndürüldü. Bu mahkemeler ile topraklarımıza geri dönen sikke sayısı 1679’dur. Oysa Elmalı’da bulunan toplam sikke sayısı 1900’den fazlaydı. Yani 220’den fazla sikke ise halen kayıp ve nerede oldukları bilinmiyor. OKS Partners’a açılan dava sonucunda, OKS Partners’ın 1810 sikke satın aldığı belgelerle kanıtlı olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’ne sadece 1661 sikke iade etmiştir. Elmalı hazinesi bugün Antalya müzesinde sergilenmektedir.

Elmalı hazinesinde bilinen 962 adet Likya, 283 adet Rodos, 41 adet Samos ve 12 adet Efes, Milet sikkesi bulunmaktadır. Bu anlamda define, içerisinde barındırdığı sikkelerin basım yerleriyle büyük oranda Anadolu uygarlıklarına ait şehir devletlerine aittir. İçinde bulundurduğu dekadrahmilerin çokluğu sebebiyle de arkeoloji dünyasında “dekadrahmi hazinesi” olarak bilinmektedir.Alıntı

8 Mart 2025 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart'ta kutlanan uluslararası bir gündür. Bu gün, kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi başarılarını kutlamak, cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda farkındalık yaratmak amacıyla düzenlenir.
Dünya Kadınlar Günü'nün Tarihçesi:
 * Kökeni: Dünya Kadınlar Günü'nün kökenleri, 20. yüzyılın başlarındaki işçi hareketlerine dayanır. 1908'de New York'ta binlerce kadın tekstil işçisi, daha iyi çalışma koşulları ve oy hakkı talebiyle grev yaptı. Bu grev, Dünya Kadınlar Günü'nün doğuşunda önemli bir rol oynadı.
 * Uluslararası Boyut: 1910'da Kopenhag'da düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, Clara Zetkin tarafından her yıl bir "Kadınlar Günü" kutlanması önerisi getirildi. Bu öneri kabul edildi ve ilk Uluslararası Kadınlar Günü 1911'de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre'de kutlandı.
 * 8 Mart'ın Kabulü: 1917'de Rusya'da kadınlar, "Ekmek ve Barış" talebiyle grev yaptı. Bu grev, Jülyen takvimine göre 23 Şubat'a denk geliyordu ve Gregoryen takvimine göre 8 Mart'a denk geldiği için bu tarih Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edildi.
 * Birleşmiş Milletler: 1975'te Birleşmiş Milletler, 8 Mart'ı "Uluslararası Kadınlar Günü" olarak kabul etti.
Dünya Kadınlar Günü'nün Önemi:
 * Kadınların başarılarını kutlamak: Dünya Kadınlar Günü, kadınların tarihteki ve günümüzdeki başarılarını kutlamak için bir fırsattır.
 * Cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmak: Bu gün, cinsiyet eşitsizliği ve kadınların karşılaştığı zorluklar konusunda farkındalık yaratmak için bir platform sağlar.
 * Kadın haklarını savunmak: Dünya Kadınlar Günü, kadınların eğitim, sağlık, istihdam ve siyasi katılım gibi temel haklarını savunmak için bir fırsattır.
 * Kadınlara destek olmak: Bu gün kadınlara destek olmak, onların güçlenmesine katkıda bulunmak ve dayanışma içinde olmak için bir fırsattır.
Dünya Kadınlar Günü'nde Neler Yapılabilir?
 * Kadınlara destek veren etkinliklere katılabilirsiniz.
 * Kadınların başarılarını anlatan kitaplar, filmler veya belgeseller izleyebilirsiniz.
 * Sosyal medyada #DünyaKadınlarGünü etiketiyle paylaşımlar yaparak farkındalık yaratabilirsiniz.
 * Çevrenizdeki kadınlara destek olabilir, onlara ilham verebilirsiniz.
 * Kadınların hakları ile ilgili araştırmalar yapıp kendinizi geliştirebilirsiniz.

5 Mart 2025 Çarşamba

icra iflas kanunu madde 82 / 4

Atatürk, Dinlenmek İçin Gittiği İstanbul’daki Florya Köşkünden, Yanında Yalnızca Şoförü ile Küçükçekmece’ye doğru giderken Tarlasında Sabanla Çift Süren Bir Çiftçi Görür. Çiftçinin Sabanında Koşulu Olan Öküzün Yanında, Koşulu Bir de Merkep Vardır. Şoförüne;

— Arabayı Durdur, Der.

Arabadan İner. Tarlaya Doğru yürür. Çiftçi Kendisine Doğru Geleni Görmüştür. Sabanında Koşulu Olan Öküzü ve Merkebi Durdurur. Atatürk, Yanına Gelince,

— Kolay Gelsin Ağa, der.

— Sağolasın Bey! Hoşgeldin. 

— Hoşbulduk Ağa. Yoldan Geçerken Dikkatimi Çekti. Öküzün Yanına Merkep Koşmuşsun. Hiç Öküzün Yanına Merkep Koşulur mu? Bunlar Denk Değil.

Köylünün Canı Sıkkındır. Biraz da Alınmıştır. Bezgin Bir Ses Tonuyla, 

— Merkeple Öküzün Yan Yana Koşulmayacağını Bilmiyom mu Sanıyon Bey. Sen Bunu Bana mı Söylüyon? 

— Kime Söylemeliyim Ağa? 

— Sen Bunu Git Vergi Memuruna Söyle. 

— Vergi Memuruna mı? 

— He ya! Bu Sene Ürünüm Kıt Oldu. Vergi Borcumu Ödeyemedim. Dört Gün Önce Vergi Memurları Öküzün Eşini “Vergi Borcunu Karşılar” Diyerek Alıp götürdüler. Sattılar. Benim Öküzün Eşi Sizin Gibi Beylerin Sofrasına Et, Sucuk Oldu Bey. 

Atatürk, Çok Sinirlenmiştir. Alışkanlığı Gereği Kızdığı Zaman Kaşlarını Çatmaktadır. Onun Bu Halini Gören Köylü, 

— Bana Niye Kaş Çatıyon Bey. Yalan Söylediğimi mi Sanıyon? Sana Ne Söylediysem Hepsi Doğru. Ben Küçükçekmece Köyündenim.Muhtara Sor İstersen. 
Atatürk, 

— Neden Kaymakam Bey’e Gidip Durumu Anlatmadın Ağa? 

— Gittim Bey. 

Köylü Duraksamıştır. Bunu Anlayan Atatürk, Devam Eder. 

— Kaymakam ne dedi? 

— Git borcunu öde, dedi. 

— Sen de Vali Bey’in yanına gitseydin. 
Köylü Atatürk’ü bir müddet süzer. Atatürk, konuşmadan dinlemektedir. Köylü konuşmaya devam eder. 

— Sen hiç Vali’nin yanına gitmemişsin bey. Halından belli oluyor. 

— Halimden belli mi oluyor? 

— He ya! Hem gitseydin bilirdin. 

— Neyi bilirdim? 

— Kapıdaki Jandırmaların adamı içeri koymadığını, bey. 
Atatürk, 

— Başvekil İsmet Paşa’ya telgraf çekip, durumunu niye izah etmedin?, diye sorar. 
Köylü gülümseyerek, 

— İnsanı güldürme bey. Başvekilin kulağı sağır, duymaz diyola, der. 

Atatürk, kızmıştır. 

— Peki! Gazi Paşa’ya niye telgraf çekmedin?,diye sorar. 

— O’nunda bir gözü kör, görmez diyola. Hem, sen zenginsin. Tomofilin bile var. Bunları heç duymadın mı? 

Atatürk, cüzdanından elli lira çıkarır. 

— Bunu kabul et ağa. ĎÖküzün yanına bir eş alırsın, der. 

Elleri titreyen köylünün, elini sıkar. Yanından ayrılır. Hızlı adımlarla arabasına doğru yürür. Florya köşküne döner. Başbakan İsmet Paşa’ya şu telgrafı çeker. 

—“ Derhal Heyeti Vekileyi (Bakanlar Kurulu’nu) topla, İstanbul’a gel.” 

Başbakan başkanlığında Bakanlar Kurulu Florya köşküne gelirler. Atatürk, şoförünü köylüyü alıp gelmesi için yollamıştır. Arabanın içinde sıra sıra dizilmiş Jandarmaların arasından Florya Köşküne gelen köylü “Eyvah ben ne yaptım” diye için için dövünmektedir. Kendisini kapıda karşılayan şık giyimli bir beyefendi nazik bir sesle “ beni takip edin efendim” deyince içi biraz ferahlasa da çok korkmuştur. Adamı takip ederek büyük bir toplantı salonuna girerler. Salon kalabalıktır. Ortada büyük bir masa, etrafında sandalyelere oturmuş şık giyimli insanlar ile ayakta duran iki kişi daha vardır. Gözleri karamış, ayakları bedenini taşımakta zorlanmaktadır. Heyecandan kalbi fırlayacak gibidir. Tanıdık bir ses duyar. 

— Hoşgeldin ağa. Gel yerin burada. 
Diyen Atatürk, sağ tarafında, yanında ayırdığı boş sandalyeyi eliyle işaret etmektedir. Köylü, zorlanarak yürür ve yığılırcasına sandalyeye oturur. Durumunu anlayan Atatürk, 

— Sakin ol ağa. Korkacak hiç bir şey yok.
 
— Sağol bey! Sağol. 

Köylünün soluklanmasını ve rahatlamasını bekleyen Atatürk, bir müddet sonra,
 
— Seni buraya niye çağırdım biliyor musun ağa? 
— Hayır bey, bilmiyom. 

— Dün bana anlattıklarını, bu gün burada anlatmanı istiyorum. Ama; bir tek kelimesini dahi atlamadan, eksiksiz olarak anlatmanı istiyorum. Haydi başla, seni dinliyoruz. 
Köylü başından geçenleri bir bir anlatır. Daha önce söylediklerinin eksik olanlarını Atatürk, tamamlar. Köylünün konuşması bitince Atatürk, masada oturanları tek tek tanıtır. Kendisinin de Gazi olduğunu söyler. Sonra ayağa kalkar. Elini masaya sertçe vurarak, öfkeli bir sesle; 

— Beyler, ben çiftçinin koşumluk hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tohumluk buğdayını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tarım aletini, sağımlık hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ankara’ya dönecek ve bu işi hemen halledeceksiniz. 

Bu olaydan sonra aşağıdaki kanun bir gecede hazırlanıp yasalaştırılmıştır. 

İcra İflas Kanunu Madde 82/4.: Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zorunlu olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer teferruatı ve tarım aletleri haczedilemez....



24 Şubat 2025 Pazartesi

MOR ÇATI & MOR CEPKEN

Müthiş bir bilgi, okuyun derim...
Yörük Kadını.

Yörük kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca Kezbence olur adı.
O oymağın bilge kişisi, akıl danışılanıdır artık.

Göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır mor cepken. Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır.

 "Mor Cepken", Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.

Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce "Mor Cepken" konur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir. Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi.

Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu. "Mor Cepken" evlilikte yeri, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.

Mor renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir.

 “Mor Çatı” adı oradan gelir. Bizler dünyaya Mor Cepken’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “Mor Cepken Günü” olarak kutlardık.

Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde Mor Cepken’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu.

 Bu “Ben bu herifi boşadım” demektir. O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır.

Masal anaları ile doğum ebeleri "Mor Cepken" giyen kadının çevresini alırlar. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz.

Büyük ödün verip de karısına Mor Cepken’i çıkartamazsa ömür ömüre dul kalacaktır.
Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez. Körocak olarak kalır.

 Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz! 1800 yılların sonlarında Nazilli kasabasının Aydın dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan “Gizemli Kadın Efe” de bunlardan biridir.

Ege yöresinin unutulmaz bir eridir.
Mor cepken Ege efelerinin giydiği bir giysidir.

Buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir.

Kybele, Artemis, Tahtacı yörüklerinden bu yana kadın baştacıdır bu topraklarda...

Alıntı

22 Şubat 2025 Cumartesi

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM

Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır. Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.

Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50 ye yakın eser bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913 Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…

Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış. Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları, uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat geçimini temin eden daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.

Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci, besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş Tatyos Efendi gece boyunca kemanı elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli şarkıları peşpeşe döktürmüş.

Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken Vasili ve Ahmet Rasim Bey’de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor;

Gam-zedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.

Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.

Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.

Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne  hanende ne sazende kalıyor.

Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.

Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…

Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen önce Vasili hasta halinde anlatıyor:

-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos’da sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş Tatyos.

Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.

Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içinde ki kağıt da şu dizeler yazılıdır:

Gam-zedesin devan benim/Garip kuşsun yuvan benim/Çektiğimiz yeter gayri/Kaderimsin inan benim

Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara sevdamız/Kalsın öteki aleme/

Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.

Tarihe karıştı eski sevdalar

19 Şubat 2025 Çarşamba

GÜÇLÜ BACAKLAR İLE GEÇ YAŞLANMAK.

BACAKLARINIZI GÜÇLÜ TUTUN.. Yaşlandığımızda ayaklarımız daima güçlü kalmalıdır. *
 Yaşlandığımızda / yaşlandığımızda, saçın grileşmesinden (veya) cildinin sarkmasından (veya) kırışmasından korkmamalıyız. *
 ABD Dergisi'nin "Önleme" dergisinde özetlendiği üzere * uzun ömürlülük * belirtileri arasında * güçlü bacak kasları * * en önemli ve gerekli olanı * olarak en üstte listelenmiştir.
 Bacaklarınızı iki hafta hareket ettirmeyin, bacak gücünüz 10 yıl azalır. *
 Danimarka'daki Kopenhag Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma, iki haftalık * hareketsizlik sırasında * hem yaşlı hem de gençlerin bacak kas gücünün üçte bir oranında zayıfladığını ortaya çıkardı ki bu da * 20-30 yıllık yaşlanmaya eşittir. *
  Bacak kaslarımız zayıfladıkça, daha sonra _ rehabilitasyon egzersizleri _ yapsak bile iyileşmemiz uzun zaman alacaktır. *
 Bu nedenle yürüyüş gibi düzenli egzersizler çok önemlidir. *
 Tüm vücut ağırlığı / yükü bacaklarda kalır. *
 Ayak, insan vücudunun ağırlığını taşıyan bir tür * sütundur *.
  İlginçtir ki bir kişinin kemiklerinin% 50'si ve kaslarının% 50'si iki bacaktadır. *
  İnsan vücudunun en büyük ve en güçlü eklem ve kemikleri de bacaklardadır. *
 "Güçlü kemikler, güçlü kaslar ve esnek eklemler, insan vücudundaki en önemli yükü taşıyan" Demir Üçgeni "oluşturur." *
  İnsan faaliyetinin% 70'i ve kişinin hayatındaki enerjinin yakılması iki ayak tarafından yapılır. *
 Bunu biliyor musun?  Bir insan gençken, * kalçaları küçük bir arabayı kaldıracak kadar güçlüdür! *
 Ayak, * vücut hareketinin merkezidir. *
 Her iki bacak birlikte insan vücudundaki sinirlerin% 50'sine, kan damarlarının% 50'sine ve içlerinden akan kanın% 50'sine sahiptir. *
 Vücudu birbirine bağlayan büyük dolaşım ağıdır. *
 Yalnızca ayaklar sağlıklı olduğunda * geleneksel kan akımı * * düzgün bir şekilde akar, böylece güçlü bacak kaslarına sahip kişiler kesinlikle * güçlü bir kalbe sahip olurlar.
 Yaşlanma ayaklardan yukarıya doğru başlar. *
 Bir kişi yaşlandıkça, beyin ve bacak arasındaki talimatların aktarımının doğruluğu ve hızı, kişinin gençliğinden farklı olarak azalır. *
 Ayrıca, * Kemik Gübre Kalsiyumu * * adı verilen şey, zaman geçtikçe er ya da geç kaybolacak ve yaşlıları kemik kırılmalarına daha yatkın hale getirecektir. *
 Yaşlılardaki kırıklar, özellikle beyin trombozu gibi ölümcül hastalıklar olmak üzere * bir dizi * komplikasyonu * tetikler. *
 Yaşlı hastaların% 15'inin uyluk kemiği kırığı nedeniyle bir yıl içinde öleceğini biliyor musunuz? *
  Bacak egzersizi, 60 yaşından sonra bile asla çok geç değildir. *
 Ayaklarımız zamanla yavaş yavaş yaşlansa da, ayaklarımızı egzersiz yapmak ömür boyu sürecek bir iştir. *
 Sadece bacakları güçlendirerek, * daha fazla yaşlanmayı önleyebilir. *
 Bacaklarınızın yeterli egzersiz yapmasını sağlamak ve bacak kaslarınızın sağlıklı kalmasını sağlamak için her gün * en az 30-40 dakika * * yürüyün...


İRİ BAMYA...

İRİ "BAMYA".. 
Hani bamyanın minikleri makbuldür ya en pahalı bamyalar en küçükleridir, özenle tek tek ayıklanır minicik bamyalar halbuki en şifalı bamyalar en büyük en ucuz iri iri çekirdekli olanlarıdır, neden mi? Bamya çekirdeklerinde üç önemli 'ilaç madde' var;
Glutatyon, Lectin ve Quercetin.
Glutatyon, son dönemde kapsül olarak alınması çok 'moda' olan bir madde ki bedenimizin oksitleyici etkilere karşı en önemli savunma mekanizmalarından. Bamyada fazlaca olmakla birlikte birçok gıdada azar azar var ve ben 'hap hakkımızı' gerçek ilaçlarda, besinlerle alamayacağımız bitkisel takviyelerde kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Glutatyon hücrelerimizi oksitlenmeye karşı güçlü bir şekilde koruyor, özellikle karaciğer ve beyin koruyucu etkisine dair önemli bilimsel veriler var.
Lectin meme kanserine karşı koruyucu olduğu bilimsel olarak gösterilmiş bir madde. Quersetin ise, akciğer, mide bağırsak, prostat kanserine ve lenfomalara karşı koruyucu.
Çekirdekler aynı zamanda demir, fosfor, bakır, K vitamini ve süpriz bir şekilde de protein içeriyor. Vejetaryenler bamya yemeğindeki iri çekirdekleri nohut veya yeşil mercimekle buluşturduğunda 'kıymalı bamya' kadar protein içeriğine sahip bir yemek tüketebilirler, tabii bu da iri bamyalar için geçerli, küçük bamyaların protein içeriği daha düşük.Tarihi antik Mısır dönemine hatta daha da eskilere dayanan bu sebzeye Kleopatra'nın çok düşkün olduğu söyleniyor.
Bir küçük kase kadar bamyadaki çözünebilir bitkisel lif, günlük lif ihtiyacının %80'ini karşılayacak düzeyde ve bu da hem bağırsak çalışmasını artırması için çok yardımcı hem de kan şekerini dengeleyici bir unsur, ancak bamyanın kan şekerini dengeleyici etkisi sadece bununla sınırlı değildir. İçerisinde pankreasın insülin salgılamasını aktive eden ve hücrelerin insüline hassasiyetini artıran moleküller keşfedildi. Bamyayı çoğunun sevmeyip de ona 'SÜMÜKLÜ BAMYA' demelerini sağlayan bamyadaki jelimsi reçineli maddelerin bağırsakta istenmeyen 'kötü' kolesterolü ve yağları yapıştırma etkisi var, bunları yapıştırıp dışkı ile atılmalarını sağlıyorlar. Böylece düzenli tüketimde kandaki kötü kolesterol düşerken iyi kolesterol de artıyor. Şifa olsun... 🙏🙏💖💖

Dr.Elif Güveloğlu..

8 Şubat 2025 Cumartesi

Kayseri 'den çıkan otomatik vites Mucidi..

Otomatik Vitesin Mucidi - Amerikalı Sanılan Mucit Aslında Kayserili!
1895'de Kayseri'nin Muncusun (Güneşli) köyünde fakir bir Ermeni ailesinden doğan, 1979 tarihinde Amerika'nın Ohaio eyaletinin Clevland kentindeki evinde vefat eden Asadur Sarafyan'ın dikkat çeken yaşam hikayesi… Amerika'da Oscar Banker olarak bilinen Sarafyan, otomobillerin otomatik vitesinin mucididir…
Asadur Sarafyan
Kayserili mucit Asadur Sarafyan, Anadolu'nun Kayseri iline bağlı eski adıyla Muncusun olan şuan ise Güneşli Mahallesi olarak bilinen köyde doğup büyüyen bir yetenek. Genç yaşta eğitim için Talas'taki Ermeni okuluna yazılan Asadur, İzmir'de öğretmenlik yapan ablasının yanına gitmek istese de annesinin ısrarıyla eğitimini tamamlamaya karar verir.

1913'te, sadece 50 dolarla Amerika hayallerini gerçekleştirmek üzere İzmir'den ayrılan Asadur, Panonia adlı göçmen gemisiyle uzun bir yolculuktan sonra 1914'te New York'a ulaşır. İlk olarak Brooklyn'de kalan genç mucit, daha sonra Chicago'ya yerleşir ve marangozluk yaparak geçimini sağlamaya başlar.

Asadur, iş dünyasına desinatör olarak adım atar ve Mitchell Motor Company tarafından fark edilerek çırak olarak işe alınır. Makine mühendisliği konusundaki ilgisini sürdüren Asadur, Racine Tool & Machine Company'de çizimler yaparak başlar. Bir olay, genç mucidin hayatını değiştirir; bir makineyi çalıştıramayan firma zor durumda kalınca, Asadur devreye girer ve başarılı bir şekilde problemi çözer.
Bu olay, Asadur Sarafyan'ın makine mühendisliği kariyerine yön verir. Otomatik araba vitesini icat eden Asadur, bu buluşuyla General Motors'un dikkatini çeker ve otomatik vites, önce otobüslerde sonra tüm araçlarda yaygın olarak kullanılmaya başlar. Ayrıca, helikopter vitesi gibi bir dizi önemli icada imza atan Asadur, Amerikan Ordusu için de çeşitli sistemler geliştirir.
Sarafyan'ın buluşları arasında havalı direksiyon, gaz pompası, hidrolik fren sistemi gibi pek çok otomotiv yeniliği bulunmaktadır. Ayrıca, portatif elektrikli testere, pres sistemleri, matbaa makineleri ve kompresörle çalışan otomatik şırınga gibi sağlık sektöründe de devrim niteliğinde buluşlar yapar.
Hayatının sonuna kadar orta halli bir yaşam süren Asadur Sarafyan, 2 Ocak 1979'da Ohiodaki evinde kanserden hayatını kaybederken, adına 400'e yakın patent kayıtlıdır. Dünya, onu Oscar Banker olarak tanısa da, o mütevazılığını kaybetmeyen gerçek bir Anadolulu deha olarak hatırlanır.

Kaynaklar :  Newyork times, Washington post old news

DÜNYACA ÜNLÜ MUCİT BİLİM İNSANLARIMIZ...

Dünyaca ünlü ama anlatılamayan (!) 
Müslüman Bilim Adamları.

1. Akşemseddin:  Pasteur ’dan 400 sene önce mikrobu buldu.

2. Ali Kuşçu:  Büyük astronomi bilgini. İlk defa ayın şekillerini anlatan kitabı yazdı.

3. Ebul-Vefa:  Trigonometri’de tanjant, cotanjant, sekant, kosekantı bulan büyük alim.

4.Birûni:  İlk defa dünyanın döndüğünü ispat etti.

5. Ebu Kâmil Şü’ca:  Avrupa'ya matematiği öğretti.

6. Ebu Ma’şer: Med-Cezir  (Gel-Git) olayını ilk o buldu.

7. Battâni:  Dünyanın en büyük kaşifidir. Trigonometrinin kaşifi.

8. Câbir Bin Hayyan:  Atom bombası fikrinin babası ve kimya biliminin atası büyük alim.

9. Cezerî:  8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babası.

10. Demirî:  Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazdı.

11. Farabî:  Ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yaptı.

12. Gıyâsüddin Cemşid:  Matematikte ondalık kesir sistemini ilk o buldu.

13. İbn Cessar:  Cüzzamın sebebini ve tedavisini 900 sene önce açıkladı.

14. İbn Hatip:  Vebânın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıkladı.

15. İbn Firnas:  Wright kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirdi.

16. İbn Karaka:  900 sene önce harika bir torna tezgahı yaptı.

17. İbni Türk:  Cebirin temelini atan bilginlerdendir.

18. İdrisî: Yedi asır önce bugünküne çok benzeyen dünya haritası çizdi.

19. İbni Sina:  Eserleri Avrupa üniversitesinde 600 sene ders kitabı olarak okutuldu. Tıbbın babasıdır. AVRUPA ya göre adı AVICENNA’dır.

20. Kadızâde Rûmi:  Yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uyarladı.

21. Kambur Vesim:  Verem mikrobunu R.Koch’tan 150 sene önce keşfetti.

22. İbnün Nefis:  Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetti.

23. Piri Reis:  400 sene önce bugünküne en yakın dünya haritasını çizdi.

29 Ocak 2025 Çarşamba

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYAN ...

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. 
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır…Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.

Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.

İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur. 
Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır…
Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve 
gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran 
Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir. 
Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç olarak:
Osman Efendiye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan 
Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,
ülkesine dönüp “dinlenmesi”, 
daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, 
Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,
“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın” 
Bir bakar, “Hah işte der.“Kıl dönmüş.” 
Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın 
çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran 
çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve
cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. 

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir 
uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz 
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN
BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR .

25 Ocak 2025 Cumartesi

Sabiha Tansuğ

Sabiha Tansuğ (24 Ocak 2023)
Anısına Saygıyla ve rahmetle

Biliyormuydunuz..?

Paraya Resmi Basılan İlk Kadın Sabiha Tansuğ ve Macera Dolu Öyküsü

Avucumuzda sıkı sıkı tutarken ısıttığımız, simit ya da gazoz karşılığı cam tezgahın üzerine bırakıverdiğimiz demir paralardan birinde onun yüzünün çizgileri vardı.

Devlet adamı ya da tanınmış bir kişi olmaksızın, Cumhuriyet tarihimizde bir paraya resmi basılan ilk kişi, ilk kadındı.

Kalkık, biçimli bir burun, sivrice, küçük bir çene ve başında nefis bir Anadolu başlığı..
 İsmi Sabiha idi..

Gümülcine‘de doğmuş, ailesiyle birlikte 1941’de Türkiye’ye göç etmişti.

Çocukluğu Ege’nin şirin ilçelerinde geçti. İlkokul birinci sınıfta, 23 Nisan töreni için annesinin giydirdiği ‘eğribaş’ adlı gelin başlığı aklını başından aldı.

Göztepe Kız Sanat Enstitüsü‘nde okurken şapkalar yapıp satar, Kemeraltı’nda satılan taş kuklalara Anadolu giysilerinden esinlenerek giysiler dikerdi.

1963’te çıktığı Avrupa gezisinde gördüğü kostüm müzelerinden çok etkilendi. “Tek bir Anadolu köyü kocaman müze olur” diye düşündü.

Tek Bir Anadolu Köyü Kocaman Müze Olur
1964’te İstanbul’daki Piyer Loti tepesinde eski Türk kahvelerine benzer şekilde bir dekorasyon çalışmasıyla Piyer Loti Kahvesi’ni açtı.

O dönemde kahve, başta sanatçılar, gazeteciler, yazarlar olmak üzere tüm İstanbul’un adeta akınına uğradı. Öyle ki, bir gün önceden randevu verilmeye başlandı.

1965’te gazeteci Haluk Tansuğ ile evlendi. Bodrum’a giderken bindikleri otobüs Milas’ta bozuldu. Tamiratı beklerken çevreyi dolaşmaya başladılar.

Birinci sınıfta giyip unutamadığı “eğribaş” gelin başını burada bulunca deliye döndü. Başlığı
35 TL’ye satın aldı. O günden sonra değişik yörelerde gördüğü başlıkları alıp biriktirmeye başladı.

1968’de Galatasaray Yapı Kredi Bankası’nda “Anadolu Kadın Başlıkları” adlı ilk sergisini açtı.

O zamanki Darphane Müdürü Sait Tanaçan, 
“Bu başlıklardan biriyle fotoğrafınızı alıp madeni paralarımızdan birine basmak istiyorum. İzin verir misiniz?” deyince sevinerek kabul etti.

‘Ankara gelin başlığı’yla fotoğrafı çekildi. Karşılığında hiçbir talebinin olmayacağına ilişkin bir kağıt imzaladı.

O yıllarda çıkan demir 50 kuruşların üzerinde artık onun yüzü vardı. Böylece halk içerisinden madeni paraya resmi basılan ilk kişi oldu. 
Böyle bir şey dünyada ilkti!

Sergi, önce Japonya’ya sonra Paris’e götürüldü. Çok büyük ilgi ve beğeni topladı, hatta Japonya’da eşiyle birlikte İmparator nezdinde ağırlandı.

1974’te o güne dek topladığı başlıkların sergileneceği bir müze açılması için devlete başvurdu.

Zamanın Kültür Bakanı talebine şöyle karşılık verdi: “Tut bir kamyon, götür onları Topkapı’ya teslim et.” Bu benzersiz koleksiyona devletin ilgisi bu kadardı işte..

Oysa sergi bir yıldır Avrupa’da kent kent geziyordu. Dönemin siyasi hayatının tanınmış isimlerinden Fahrettin Kerim Gökay ile bir öğle yemeğinde buluştuklarında sözü yine müze arzusuna getirdi.

Gökay siyasi kulislerde dolaşan sözü kendisine naklettiğinde kahroldu. Yetkililer ‘Biz bir kadına mı kaldık’ demişlerdi.

İki kitap ve 200’den fazla makale yazdığı suskunluk döneminde bir daha müze konusunu açmadı ama Şevket Süreyya Aydemir’in söylediklerini de hiç unutmadı:
 “Bu topraklarda deve dikeni yetişiyor, adam yetişmiyor, seni anlamazlar Sabiha kız.”

1980 yılına dek Anadolu başlıklarını toplamaya ve araştırmaya devam etti. Haziran 2007’de bu koleksiyonun en değerli 430 parçası hırsızlarca çalındı.

Sosyolojik ve antropolojik çalışmalara kaynaklık edecek bu eşsiz hazineyi gün ışığına çıkaramadan böyle talihsiz bir olayı yaşadığına çok üzüldü. Çocuğu dünyaya getirmiş ama kimseye gösterememişti.

2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti seçildiğinde, oturduğu daireyi boşaltıp aynı cadde üzerinde kiraya çıktı. Burayı restore ederek sanatçıların ve dostlarının da yardımı ile modern bir müze haline getirdi.

Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’ndeki bir apartman dairesinin 7. katındaki müze, randevu alınarak geziliyor. Müze, Sabiha Tansuğ Sanat ve Kültür Evi adı altında, haftanın her günü saat 10.00 ve 20.00 saatleri arasında hizmet verirken, özelinde İstanbul’un genelinde tüm ülkenin inanılması güç mücadele öykülerinden birini bağrında saklamaya devam ediyor.

Gencecik yaşında bir demir paraya yüzünün basılması belki de tesadüf değildi Sabiha Tansuğ’un.

Kültürümüzü koruyup yaşatmaya çalışan, karşılığında oluşturduğu eşsiz hazineyi gelecek kuşaklara aktarmaktan başka bir şey beklemeyen bir kişinin, daha da talihsiz olanı bir kadının, bu ülkede başına ne geldiyse onun başına daha fazlası gelmemiştir mutlaka..

Demir paraya basılı yüz, gelecek yıllarda kendisine çok lazım olacak demir gibi bir iradenin, azmin ve mücadele gücünün habercisi olmuştur belki de...
Kim bilir...
Alıntı

21 Ocak 2025 Salı

İLGİNÇ BİR DAVA VE DOĞRU BİR KARAR..

Nasreddin Hoca Akşehir'de kadılık vazifesini yürütürken karşısına iki adam çıktı. Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış bir aşçı, diğeri de boynu bükük bir fakirdi. 
Aşçı:
- Hocam! Ben bu adamdan davacıyım. Dükkanın önünde fasulye pişiriyordum. Tencerenin kenarından yemeğin buğusu çıkıyordu. Bu adam elinde somunla geldi. Kopardığı lokmaları yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Yiye yiye koca bir somunu bitirdi. Ondan yediği fasulye buğusunun parasını istedim, vermedi.

Nasreddin Hoca anlatılanları dikkatlice dinledikten sonra fakire döndü:
- Doğru mu bunlar? 
- Evet doğrudur hocam.
- Öyleyse para kesesini çıkar bakalım.
Zavallı fakir, kadı efendiye karşı gelemedi içinde üç beş akçe bulunan para kesesini uzattı. 
Hoca bu sefer aşçıyı çağırdı yanına. Keseyi aşçının kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başladı. Sonra da:
- Haydi aldın işte alacağını.
Aşçı şaşkınlıkla sordu:
- Nasıl olur? Paramı vermediniz henüz. 
Hoca cevap verdi:
- Fazla uzatma, yemeğin buğusunu satan, akçenin de sesini alır.

20 Ocak 2025 Pazartesi

YARGI KARARI...

Ahlak filozofu Sokrates, 51 tane jüri önünde yargılanıyor ve idam kararı veriliyor, baldıran zehri ile öldürülüyor.
Ondan önce sevenleri, “seni hapishaneden kaçıralım” diyorlar. “Bu ahlâksızlıktır” diyor ve kabul etmiyor.
Uydur kaydır sözlere başvur jüri seni affedebilir deseler de ahlak filozofu bunu da kabul etmiyor.
Tarihe geçen savunmasında idam kararı veren jüriye şunları diyor.
“Ölümden korkmuyorum, çünkü ölümün çaresi var. Ölürsün kurtulursun.
Ama bilerek, ahlaksızca yanlış yapmanın çaresi yoktur.
Yaptığınız yanlış kıyamete kadar sizinle birlikte gelecektir.”
Bugün 2500 yıl geçmesine rağmen, Sokrates’in ismini bilmeyen yok.
Peki onu mahkum eden jüri heyetinin isimlerini bilen var mı?
Yok! Sadece lanetle anılmaktadırlar. 
Sokrates’in sözüyle bitirelim.
“Şu hayatı öyle bir yaşa ki kapanışta kendini alkışlayabilesin…”
Alıntı

17 Ocak 2025 Cuma

EN ÖNEMLİ ŞEY....


40 yaşında mide kanserinden ölmeden önce dünyaca ünlü tasarımcı ve yazar Kirzaida Rodriguez şöyle yazdı:
1. Garajımda dünyanın en pahalı arabası vardı, ama şimdi tekerlekli sandalyede dolaşmak zorundayım.
2. Şirketim her çeşit marka giysi ayakkabı değerli eşyalar satıyor ama artık vücudum hastanenin verdiği küçük beyaz önlüğe sarılmış.
3. Bankada çok param var ama artık ihtiyacım yok
4. Evim kale gibiydi ama şimdi hastane yatağında uyuyorum
5. Beş yıldızlı otelden beş yıldızlı otele gittim ama şu anda zamanımın çoğunu hastanede bir laboratuvardan diğerine geçerek geçiriyorum.
6. Yüzlerce kişiye imza attım ama bu sefer tıbbi kayıtlarda imzam var.
7. Saçımı yedi kuaföre yaptırdım ama şimdi bir tane saçım bile yok.
8. Özel jetim var her yere uçabilirim ama şimdi hastane kapısına ulaşmak için iki görevliye ihtiyacım var.
9. Kesinlikle her yiyeceğe gücüm yetse de artık diyetim günde iki tablet geceleri birkaç damla tuzlu su.
10. Bu ev, o araba, o uçak, o mobilyalar, bankadaki para, itibar ve şöhret, hiçbiri bana yardım edemez, hiçbiri acımı dindiremez ve sonra anladım ki günün sonunda en önemli şey sağlıkmış.

15 Ocak 2025 Çarşamba

Orhun Anıtları İlk Değil...

Türk Tarihi Değişti

 Türk adının geçtiği en eski Türkçe metin dendiği zaman akla Orhun Anıtları gelirdi bu bilgi değişti. Türk adının geçtiği en eski Türkçe metin artık İlteriş Kutluk Kağan Yazıtı olduğu doğrulandı.

 Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü ile birlikte Türk Akademisi 2019 yılından bu yana Moğolistan’ın Arhangay bölgesindeki Nomgon Vadisi’nde arkeolojik kazı çalışmalarına başlamıştı. 2022 yılında Nomgon-2 Anıt Külliyesi’nde yapılan kazılarda, diğer önemli tarihî eserlerin yanı sıra üzerinde Göktürk ve Soğd yazıları bulunan bir yazıtın üst kısmı keşfedilmiştir. Bu yazıtın okunması sonucunda, Göktürk yazısıyla kazınmış 12 satırlık bir metin (“Kutlug Kağan Türk... Tanrı oğlu ...”) ve Soğdca yazılmış 6 satırlık bir metin (“Kutlug Kağan...”) tespit edilmiştir. Bu bulgular, anıt külliyenin bir kağanın onuruna yapıldığına dair bilimsel bir dayanak sunmaktadır.

2023 yılında Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nün ortak çalışmalarıyla yazıtın alt kısmı da bulunmuştur. Ancak alt kısmındaki Göktürk yazısı önemli ölçüde tahrip olmuş ve okunamaz hâle gelmiştir. Neyse ki yazıtın arka yüzünde yer alan Çince metin kısmen korunmuş olmakla birlikte okunabilir durumdadır.

Keşfedilen yazıtın tanıtımı, 2024 yılında Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü tarafından Ulan Batur’da yapılmıştır. Çince metnin çözülmesi için İç Moğolistan Üniversitesi’nden alan uzmanları Prof. Borjigitai Muren, Dr. Chui Ning ve Dr. Sugar davet edilmiştir.

Yazıtın alt kısmındaki Çince metin, yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve satırlar sağdan sola düzenlenmiştir. 3. satırdan 8. satıra kadar olan kısım, kısmen okunabilmiştir. Yazıtın alt kısmında toplam 15 satır bulunmaktadır ve her satırda yaklaşık 24 hiyeroglif yer almaktadır (toplamda yaklaşık 290-300 hiyeroglif).

Ocak 2025 itibarıyla, İç Moğolistan Üniversitesi’nden uzmanların çalışmaları sonucunda yazıtın alt kısmındaki Çince metnin bir bölümü okunabilmiştir. Özellikle 4. satırda “Türk” sözcüğü ve “Kutlug” (Çince okunuşu: “Gu-du-lu”) unvanı tespit edilmiştir.
Türk Akademisi ve Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü, Nomgon-2 Anıt Külliyesi’nin Göktürk dönemine ait olduğu ve büyük olasılıkla İkinci Türk Kağanlığı’nın kurucusu İlteriş Kutlug Kağan’ın (682-692) onuruna yapıldığı tespitini doğrulamaktan mutluluk duymaktadır.
Türk Akademisi ile Moğolistan Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nün Nomgon Vadisi’ndeki ortak arkeolojik kazı çalışmaları devam edecektir.
Alıntı. 

14 Ocak 2025 Salı

KOCA KARIA İLACI....

KOCA KARI DEĞİL “KOCA KARIA” İLACI

Binlerce yıldır dilden dile gelen sözcük veya tabirlerin zamanla kulaktan kulağa değişime uğraması sık rastladığımız bir durumdur. 
İşte böyle azizliğe uğramış olan bir tabir de “Koca karı ilaçları” deyimidir. 
Bu tabirin aslı “Koca Karia"dır.

MÖ 5'nci yüzyıldı.
Aylardan Nisan.
Bahar, Akdeniz ile Ege'nin buluştuğu topraklara merhaba demişti.
Damıtılmış rüzgarlar binlerce otun ve çiçeğin aromalarından oluşan mis gibi bir koku yayıyordu havaya.
Knidoslular, bugün Deveboynu dediğimiz Kap Krio'da taze baharı kutluyordu.
Şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor, şaraplar içiliyordu.
Bir anda bir çığlık duyuldu.
Bir haykırış.
Knidos kralının kızıydı bu.
Yörenin en zehirli yılanı sokmuştu.
1,5 metre boyunda kurşuni renkli engerek.
Genç kız acı içinde yere yığıldı.

Güzeller güzeli bir kızdı.
Kralın en küçük kızı.
İki ablası yakın ülkelerin prensleriyle evlenip yuvadan ayrılmıştı.
Sarayın tek çocuğuydu.
O yüzden kralın canıydı.
Yüzü morarmış, ateşi yükselmiş, narin bedeni titriyordu.
Kan ter içindeydi.
Hemen hekimlere gösterildi.
Hekimler sonucu krala tek cümleyle özetlediler.
"Maalesef."
Knidos prensesi ölecekti.

Genç kız öleceğine anlayınca babasına yalvarmaya başladı.
"Baba ne olur bir şeyler yap. Yaşamak istiyorum baba. Kurtar beni."
O yalvardıkça, kral kahroluyordu.
Biricik kızı ölürken, onun elinden bir şey gelmiyordu.
Oysa ne kadar da iyilik yapmıştı.
Halkıyla ilgilenmiş, yoksullara yardım etmiş, hükmettiği topraklarda adaleti sağlamıştı.
Tanrılar neden onu cezalandırıyordu?
İsyan etti.
"Ey tanrılar, neden ben, neden kızım? Ne kötülük yaptık, hangi sözünüzü ezdik. Sizler bugünler için varsınız.  Yoksa!.. Yok musunuz?"
Tanrılardan ses yoktu.

Knidos prensesi ateşler içinde geçirdi geceyi.
Yüzü gözü şişmişti.
Kral da çaresizliğin acılarıyla sabahladı.
Aynaya baktığında saçları bembeyazdı.
Hekimler genç kızın akşama kadar can vereceğini söylüyordu.
Kral kızının başında, Knidoslular da tapınaklarda dualar ediyordu.
O anda bir haber getirdiler.
"Kralım dışarıda bir balıkçı var, kızınızı kurtarabileceğini söylüyor."
Kral, "hemen alın içeri" dedi, "hemen"
Aldılar.
Simi'den gelen bir balıkçıydı.
Kralın yaşlarında, uzun boylu, iri omuzlu, yanık tenli, yeşil gözlü.
Hemen, boynundaki meşin keseden tahta bir kutu çıkardı, içindeki merhemi genç kızın tüm bedenine sürdü.
"Üzülmeyin kralım" dedi, "kızınız ölmeyecek, Şişlikleri yarın inecek, ertesi gün de ayağa kalkacak."

Simili balıkçı bu merhemi kendisi gibi balıkçı olan dedesinden öğrenmişti.
Yörenin endemik otlarıyla yosun karışımı bir merhemdi.
Çok zehirli balıkların soktuğu insanlarda kullanmışlar ve onları kurtarmışlardı.
Bir keresinde Simi koylarında denize giren bir soyluyu, kuyruğunda iğne gibi bir kemik olan çok zehirli bir balık sokmuştu.
O balık bu denizlerin en zehirlisiydi.
Bu merhem onu bile kurtarmıştı.

Ertesi gün balıkçının dediği oldu.
Genç kızın şişlikleri indi, ateşi düştü.
Artık o narin bedeni titremiyordu.
Bir sonraki gün ise tamamen iyileşti, ayağa kalktı.

Kızıyla birlikte Knidos kralı da hayata dönmüştü.
Hemen talimat verdi.
"Balıkçıyı bulun, ailesiyle birlikte saraya getirin. Artık burada kalacak."
Buldular.
Kral Simili balıkçıyı saray hekimleriyle tanıştırdı.
Ve ikinci talimatı verdi.
"Bu topraklardaki dağları, taşları, ormanları tarayın. Tüm çicekleri, otları bitkileri araştırın. Denizlerdeki yosunları inceleyin. İlaçlar yapın, insanları kurtarın. Krallığım bu konuda size her türlü desteği verecek. "

Derler ki, tarihin ilk bilimsel tıp adımı işte o gün atıldı.
Derler ki, tıbbın babası Hipokrat işte bu adımlardan yola çıktı.
Derler ki, tarihin ilk bilimsel farmakoloji merkezinin Anadolu'da kurulmasını nedeni işte bu Simili balıkçıdır.
Ve hatta derler ki, yüzlerce yıl Karia  İmparatorluğu' nun topraklarıydı, bu şifa dolu topraklar. Karialılar şifalı otlardan yüzlerce ilaç yapıp, binlerce hasta iyileştirdiler.
İşte bu yüzden "Koca Karia İlacı" sözü yüz yıllardır Anadolu'da "Koca Karı İlacı" diye kullanılır.

(Alıntıdır)

11 Ocak 2025 Cumartesi

İLK TÜRK KADIN DOKTOR SAFİYE ALİ

Safiye Ali ismini hiç duydunuzmu?
Bu ülkenin ilk Türk kadın doktoru. 1891 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açar. 6 kişilik ailenin en küçük ve en zeki kız çocuğudur.

Amerikan Kız Kolejinde okurken Balkan savaşından getirilen yaralıları tedavi eder.

Lise bitince doktor olmaya karar verir. 
Fakat hangi kapıyı çalsa ‘’Tıp Fakültesine 
kadın öğrenci alamayız’’ sözüyle karşılaşır.

Kafaya koymuştur bir kere doktor olacaktır. Maddi imkansızlıklara rağmen Almanya’ya 
Tıp okumaya gider.

Açlık ve sefaletin en dibini görür. Günlüğünde şu not vardır; ‘’Çöpten çıkarıp geceleri yediğim ekmek hiç ağrıma gitmiyor, ülkemde tıp fakültesi varken buralarda olmam daha çok ağrıma gidiyor.

Ne olursa olsun ülkeme doktor olarak döneceğim.’’ Dediğini yapar ve okulunu derece ile bitirip ülkesine doktor olarak döner.

Cağaloğlu’nda ilk muayenehanesini açar fakat kadın olduğu için ilk zamanlar kimse gelmez. Halbuki kadın ve çocuk hastalıkları doktorudur.

Aşağılamalara, dışlamalara ve hakaretlere aldırmadan, pes etmeden devam eder.

Fakir ailelerin kadınlarını ve çocuklarını evlerinde ücretsiz tedavi eder.

Eline geçen ilk parayla süt ve bakım evi açar. Hasta ve zayıf çocuklar için Hilal-i Ahmer muayenehanesini kurar. Direnerek, kadınların tıp fakültesine alınmalarını sağlar.

Ülkenin tıp eğitimi veren ilk kadını olur. Vücudu kendisinden önce pes eder; kansere yakalanır.

Almanya’ya gönderilir. Almanya’da tıp eğitimi aldığı hastanede ılık bir bahar günü hayata gözlerini yumarken şu sözleri söyler; Kadınlar size emanet…

Bu yüce kadın Safiye Ali’dir…

6 Ocak 2025 Pazartesi

Mutluluk...

Paris 'te 1938' de bir tiyatronun vestiyer görevlisi kadın, temsil bittikten sonra, Amerikalı müşterilerden birine paltosunu giydirir.
 Müşteri hemen paltoyu çıkarır :
-Bu benim değil, der.
Vestiyer görevlisi kadın, Amerikalının paltosunu arar, arar, bulamaz.
 Yanlışlıkla bunu bir müşteriye giydirdiğini anlar. 
Paltonun cebinde 150 dolar kadar para ve Amerikan sigaraları vardır. 
Vestiyer görevlisi kadın, bütün bunları ödemekle kalmayacak, tiyatro ile mukavelesi de bozulacaktır. 
Telaş içindedir.
 Amerikalıdan ertesi güne kadar mühlet ister.
 O geceyi uykusuz geçirir ve düşünür : 
 "Yanlışlıkla bu paltoyu giyip giden müşteri, Fransızsa geri getireceği şüphelidir.
 İngilizse geri getireceği muhakkaktır." 
Böylece, zihninde bütün milletlere göre birer ahlak notu verir...

Ertesi gün, sabahtan itibaren, gözleri kapıda.
Öğleye doğru, zayıf, gözlüklü, orta yaşlı ve orta boylu bir adam çıkagelir ve paltoyla birlikte ceplerindeki dolarları ve sigaraları kadına teslim eder.
 Kadın sevinçten deli gibidir. 
Namuslu müşteriye bir çift bilet hediye etmek ister,kabul ettiremez...
 Sorar : 
-Fransız mısınız siz? 
-Hayır, madam. 
-İngiliz? 
-Hayır. 
-İtalyan? 
-Hayır, madam, ben Türk 'üm. 
O zaman, kadın gece düşündüklerini anlattıktan sonra :
-Türkler hiç hatırıma gelmemişti, der.
Ve müşteriye, Türk bayrağının rengini hatırlatan kırmızı ve beyaz güllerden acele yaptırdığı buketi hediye eder...
 
Bu hikaye doğrudur, çünkü buketi alan Türk PEYAMİ SAFA 'dır.

Alıntıdır